Seçimlere sayılı günler kaldığı ve siyasi partiler ve adaylar son hamlelerini yapıyor. Tümünün odaklandığı tek birşey var: kazanmak. Bu kadar insanın kolektif biçimde seçimlere odaklanması, gündemi de dönüştürüyor. 2017 yılı sona ererken, yıl boyunca nelerin yaşandığını akılcı bir biçimde ele almak bile mümkün olmuyor. Tartışmalar; #hashtaglı iletilerden ileri gitmiyor. Aynı şeyleri söyleyen adayların neden farklı partilerde yer aldığını bir türlü anlamıyorum. Tüm bunlar vaatlerin absürtlüğü ile dalga geçmekten yorulan, kendimi de dahil gördüğüm öfkelilerin, öfkesini arttırmaktan başka bir işe yaramıyor.
Yazının başlığından anlaşılacağı gibi bu seçim oy vermeyeceğim. Yazarken, derdim kısmen de olsa kendi adıma bu sebepleri ortaya koymak, en azından aklı selim bir biçimde seçim tartışmasına eleştirel bir gözle bakabilmektir. Bunun için benim için en önemli belli başlı kopuş noktalarını ele almak istiyorum.
UBP hükümete gelmesin, CTP gelsin. DP olmasın, TDP olsun, HP gelsin. Ayşe gitsin, Fatma gelsin. Nüfus çok, az, yasal vs…
Bu tartışmalara girmedim ve girmeyeceğim.
Boykotu karalayan egemenler ve onların sözcülüğünü yapanları görmezden gelenlere devam edeceğim. Günün sonunda, futbol sahasında, futbol oynanır. Takımların kim olduğu değil, yapılması gerekenle ilgileniyorum.
Eğer köklü bir dönüşüm istersek, çıkış yolu, takımların taraftar sayısı ile ilgili değil, oyunun kuralları, oynanışı ile ilgilidir.
Siyaset de böyledir.
Taraftara keyifli saatler geçiren amigolar olmak yerine, biraz da meseleyi konuşup buna yönelik tepkiler göstermediğimiz sürece, bu ülkede hiçbirşey iyileşmeyecektir.
Derdimiz, yaşadığımız yere sahip çıkmak, geleceği kurmaksa, geleceğe dönük konuşabilmek gereklidir. Aynı zamanda, siyasi partilerin yanlış bir dili konuştuğunu göstermek gerekir. Bu yüzden, işin özü bu seçim oy vermemek bugüne bakarken, yarını kurmanın yoludur.
Nüfusu “kalabalık” olarak nitelendirilen bir yerde, İçişleri Bakanı Kutlu Evren yeni bir bilgi paylaştı: “134 ülkeden” insan yaşıyormuş bu yerde. Sonra nasıl bir analoji yaptığını anlamadım ya da anlamak istemedim. Ancak, bilinçli ya da bilinçsiz olarak 134 ülkeden gelen insanlara karşı yabancı düşmanlığı yaparak, suçu kontrol etmek için 52 Milyon TL’lik bir protokol imzaladı. Türkiye Cumhuriyeti’ndeki mevkidaşı Süleyman Soylu bu parayla 169 noktaya takip sistemi yerleştireceğini duyurdu. Ayrıca mevkidaşı, “protokollerin yürürlüğe girmesini takiben yaklaşık maliyetler nihai halini alacak. Savunma Sanayi Müsteşarlığı aracılığıyla ASELSAN bu çalışmaları Türkiye’de yürüttüğü gibi KKTC’de de yürütecektir” dedi.
Nereden başlayacağımı bilemediğim bu haberi, ele alırken bir başka parti milletvekilinin “TC’nin dayatma yapmadığına” yönelik beyanı aklıma geliyor mesela. Buradaki protokol bir dayatma değil de onurlu bir işbirliğinin sonucu mu diye merak ediyorum. Bir şeyin dayatma olması için, Amerikan dizilerinde gördüğümüz sahnelere mi ihtiyaç var? Özgürlüğü yaşamamış olmaktan ötürü dayatmanın günün her anında, her alanında gerçekleşen iktidarın bir biçimi olduğunu unutuyor, sadece işkence odalarında gerçekleştirilen açık bir şiddet biçimi mi olarak anlıyoruz acaba.
Türkiye, bizi gözetlemek için 52 Milyon harcama yapıyor. Bu ülkedeki en küçük gelişmeden haberdar olmak için bunu yapıyor. 134 ülkeden biri olan Türkiye, kendine ait olmayan bir coğrafyanın güvenliğini sağlama bahanesiyle, iktidarını her noktaya yaymaya çalışıyor. Çok yaşa Bentham, Panoptikon nihayet buraya da yerleştiriliyor. Camiden, kışladan, elçilikten, bankadan sonra hapishanenin gözetleme araçları da en son teknolojiye kavuşuyor.
İçişleri Bakanı, yabancıların tehlikeli olduğunu söylüyor, yabancı olan ülkeyle protokol imzalayıp, 169 takip noktasının doğrudan yabancı bir ülkeye bağlı olacağı bir sistemi de ardından gazeteye duyuruyor. “Uluslararası bir protokol” olduğu için de, KKTC tarafından onaylandıktan sonra Anayasaya aykırılık üzerinden gidebilmek mümkün olmayacak. Çünkü devletlerarası antlaşma niteliği, bunu engelliyor.
İnat edip kavga verecek bir güç ortada olmasa da, dile getirerek can çekişme sancısında doğruları söylemeye denemek, kurgulanmış gerçeği yaşayanları rahatsız etmesinin umutsuzluğunda işin mali tarafına da bakmakta yarar var.
52 Milyon TL’lik kaynak bu proje için ayrılıyor. Parayı Türkiye’de verebilir, KKTC öz kaynakları da… Ancak 52 Milyon’a “büyük biraderin” bizi izlemesine olanak sağlamak yerine neler yapılabiliriz. Bunu düşündük mü?
Bugünün rakamlarıyla adı geçen miktar 24000 civarında asgari ücretlinin yatırımlarıyla beraber yaşayabileceği bir miktara denk gelmektedir. DPÖ’nün hanehalkı işgücü istatistiğine göre 8,075 işsiz Kıbrıs’ın kuzeyinde ikamet etmektedir. Başka bir deyişle, tüm işsizlerin / dar gelirlilerin mali olarak desteklenmesi ile zaten suç ve suça sebep olan fakirlik sorununun üstesinden gelmek için kullanılması mantık olmaz mı ?
Sağlık, eğitim gibi temel konulardaki kronikleşmiş sorunları aşmak için kullanılması daha etkili sonuçlar veremez mi ?
Bahsi geçen parayla piyasa değerine 300’ün üzerinde konut yapabilmek mümkünken, dar gelirli insanların ucuz konuta erişmesini sağlamayı denemek daha yerinde olmaz mıydı?
Kelalaka bir sonuç olacak belki ama meselenin özeti:
Bakan, yabancı düşmanı bir kukla…
Sistem, Türkiyenin mühim ve ülvi çıkarlarının korunmasından başka hiçbir işe yaramayacak olan yeni bir iktidar alanı yaratma çalışması…
Kaynak ise insanların değil, iktidarın ihtiyaçlarının devamı için harcanacak…
Yeni birşey mi?
Tabi ki değil.
Neden mi yazdım?
Bu ülkede bir zeytin ağacı gibi kök salıp, gelişecektik ya… Hatırlatmak istedim..