Argasdi dergimizim "Kiriz" dosya konulu 52. sayısından bir makale...
Kriz koşullarında ayakta kalmaya çalışan "Argasdi"nizi, Baraka aktivistlerinden ve Khora Kitap Cafe'lerden ısrarla isteyiniz...
Ülkemizde yıllardan beridir güvencesiz, kaderi patronunun iki dudağı arasında, yoksulluk sınırının altında, asgari ücretle çalıştırılan çok sayıda insan yaşamaktadır. Özellikle, son zamanlarda TL’nin değer kaybetmesi ve ekonomik krizi sebep göstererek hükümet tarafından yapılan peşi sıra zamlar nedeniyle zaten kıt kanaat yaşayan emekçiler, ekonomik krizden en büyük zararı gören kesimi oluşturuyorlar. Öte taraftan birkaç yıl öncesine bakıldığında, asgari ücretliye oranla nispeten daha iyi bir yaşam standardına sahip kamu çalışanları ise, özellikle “Göç Yasası”nın ardından giderek yoksullaşmaya başlamışlardı. Yaşanan bu son ekonomik kriz ise artık onları da yoksulluk sınırının altına itmiş durumda. Kısacası hepimiz, giderek daha da yoksullaşıyoruz. Hükümet Ne Yapıyor? Dörtlü koalisyon hükümeti, TL’deki değer kaybına bağlı olarak yükselen döviz kurlarını bahane ederek elektrikten, benzinden tutun da temel yaşam ürünlerine kadar her şeye yüklü miktarda zam yapıyor. Kısacası zaten gerek “Göç Yasası” ile gerekse de yoksulluk sınırının altındaki asgari ücretle yaşamaya çalışan emekçiler bu zamlarla birlikte daha da yoksullaşıyor. Krize çözüm olarak sunulan sözde önlemler ile birlikte fatura hep halka kesiliyor. Elini taşın altına koyması gereken, fedakarlık beklenen, zaten günden güne daha da yoksullaşan halk oluyor. Öte yandan krizi fırsata çevirmeye çalışan tüccarlar ise gününü gün etmeye devam ediyor. Hükümet, halkını değil halk düşmanı patronları koruyor. Kriz için hükümetin aldığı sözde önlemleri incelersek, halkın çıkarlarını değil tüccarların, büyük inşaat şirketlerinin yani sermayedarların çıkarlarını koruduğunu görürüz. Peki tersi mümkün mü? Evet mümkün. Bankalarda yüklü miktarda mevduatı olanların bir defaya mahsus olmak üzere servetinin bir kısmına el konularak işsizlik, sosyal yardım ve kamu altyapı yatırımları için oluşturulacak fonlara aktarılabilir. Dahası büyük otel sahiplerinin servetlerinin bir kısmı bir defaya mahsus olmak üzere yerli üretimi teşvik fonuna aktarılabilir. Mesela devlete ait arsaların, arazilerin ve binaların komik bedeller karşılığında sermayeye peşkeşi durdurulup büyük sermayeye sağlanan arsa, arazi ve binaların kira bedelleri artırılabilir. Bu ve buna benzer pekçok öneri Bağımsızlık Yolu tarafından hükümete hali hazırda sunulmuş bulunmaktadır. Kısacası halkı ezmekten başka çareler de var ama bunu yapabilecek siyasi vizyona ve iradeye sahip bir hükümet yok. Euro’ya Geçersek Krizden Kurtulur muyuz? Yaşadığımız ekonomik krizden kurtuluş için Federal Kıbrıs’tan veya Euro’ya geçmekten başka hiçbir şey yapılamayacağını savunanlar da var. Ekonomi bilimi açısından bir anda para biriminizi değiştirmek mümkün mü değil mi, sonuçları ne olur vs. o apayrı bir tartışma konusu… Yukarıda küçük bir miktarını saymaya çalıştığımız, patronların değil halkın çıkarlarını koruyacak önerileri aslında aynen hükümet gibi görmezden gelen bir kesimce bu öneri sürekli dile getiriliyor. Açıkçası Euro’ya geçmek (Euro’nun bu kadar değerlendiği bu günlerde) oldukça güzel duyuluyor değil mi? Hele ki tek çare olarak Federal Kıbrıs’ı savunmak? O daha da güzel. Bunlar güzel ama yoksullaşan halk için gerçekten doğru çıkış yolu bunlar mı? Bugün hali hazırda Euro kullanan Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi AB ülkelerine ve pek çok Güney Amerika ülkesine baktığımızda bu ülkelerde de faturanın halka kesilmeye çalışıldığı ekonomik krizler yaşandığını görürüz. Yani söz konusu kriz sadece Türkiye’ye veya kktc’ye özgü bir kriz değildir. Bu kriz her ne kadar AKP ve Erdoğan’ın yanlış politikalarıyla katlansa da, özünde kapitalizmin krizidir ve farklı biçimlerle farklı farklı coğrafyalarda ortaya çıkmaktadır. Kısacası bazı kesimlerce ekonomik krize çözüm olarak gösterilen Federal Kıbrıs veya Euro’ya geçiş, ekonomik krizden çıkış değil; yeni ekonomik krizlere yelken açma riski taşımaktadır. Bunu, yağmurdan kaçarken doluya tutulmak olarak da düşünebiliriz. Bizler krizin sebeplerini doğru tahlil edemezsek ve krizden çıkış için sadece “Çare Federal Kıbrıs” dersek hoş ama boş konuşmuş oluruz. Çünkü kktc’de yoksul olmakla Federal Kıbrıs’ta yoksul olmak arasında hiçbir fark yoktur. Federal Kıbrıs veya yeniden birleşme elbette ki uğruna mücadele verilmesi gereken ve ülkemizdeki “siyasi krizin” çözümü ile alakalı bir konudur. Oysa ki günümüzde yaşanan bir ekonomik krizdir ve burada esas mesele halkın yoksulluktan kurtulması olmalıdır. Kısacası tek çarenin Federal Kıbrıs olduğunu söyleyenler ekonomik kriz ile siyasi krizi aynı şey gibi kabul etmektedir ve bu hatalı bir bakış açısıdır. Yoksulluktan kurtulmadan varılacak bir Federal Kıbrıs hedefi, halklar için yeni ve hatta geçmiştekilerinden çok daha büyük çaplı bir hayal kırıklığı yaratır. Ne Yapabiliriz? Yaşadığımız ekonomik krizin farklı şekillerle pek çok ülkede yaşandığı gerçeğini ve oralarda verilen mücadeleleri göz önünde bulundurarak, krizden dolayı yoksullaşan halkın yani biz emekçilerin, sınıfsal temelli bir mücadele vermekten başka bir çaresi bulunmamaktadır. Yani krizin faturasının emekçilere değil, sermayedarlara çıkarılması için mücadele etmeliyiz. Krizin bedelini emekçilere değil patronlara ödetmek için örgütlenmeliyiz. Bunu yaparken aynı dertlerden farklı şekillerde muzdarip Kıbrıslı Elenlerle de ezilen ve gittikçe yoksullaşan halklar olarak sınıfsal temelli bir dayanışma kurmalıyız. Ve emin olun ki bu, Federal Kıbrıs ve yeniden birleşme için de büyük bir adım olacaktır.Argasdi dergimizin "Kimin Krizi Kimin Fırsatı?" dosya konulu 52. sayısından bir yazı...
Tiyatro eylemdir! Belkide tiyatro kendi içinde devrimci değildir ama hiç kuşku yok ki tiyatro bir devrim provasıdır. (Augusto Boal)
En güçlü sanat dallarından biridir tiyatro. Seyircisiyle göz göze, yan yanadır. Nabzını tutar salonu paylaştığı izleyicisinin; yani içinde yaşadığı, var olduğu toplumun. Aynı atmosferi solur tüm insanlarla ve estetize ederek geri verir, yansıtır soluğunu. Belki sanatçı duyarlılığı, aydın sorumluluğuyla birkaç adım ileridedirama "önde gideni Şam'da görürler" misali kopmamalıdır halktan. Yol göstermeli, esin vermelidir ilham aldığı insani değerlere, beslendiği toplumsal meselelere... "Sanata politika karıştırmayalım" diyenlerin, sistemin devamından yana olduğunun farkına vararak, taraf olmalıdır güçlüden değil, haklıdan yana.Ve çekinmeden söyleyebilmelidir politik sözünü tiyatral araçlarla. İşte bu yazıda böyle bir yaşam felsefesine ve tiyatro anlayışına sahip olan Dario Fo'nun bir oyunundan bahsedeceğiz. Dario Fo (1926-2016), halk tiyatrosunun itici gücünün ve mizahın, kitleleri düşündürme ve dönüştürme üzerindeki etkisinin bilincinde bir yazardı. Belki de bu nedenle tiyatro karikatürcüsü ve radikal palyaço olarak da anılmaktadır. Ülkemizde çeşitli oyunları sahnelenmiş olan Fo'nun en çok bilinen ve sevilen oyunlarından biri "Ödenmeyecek Ödemiyoruz" isimli politik güldürüdür. Bu oyun 2002-2003 sezonunda Lefkoşa Belediye Tiyatrosu, 2013 yılında ise Baraka Tiyatro Ekibi tarafından ülkemiz seyircisiyle buluşmuş ve büyük ilgi görerek kapalı gişe oynamıştır. Ağlanacak halimize güldüren oyunda, ekonomik kriz ve zamlar karşısında halkın tepkisi konu alınır ve tiyatral bir abartı ile işlenir. Başta kadınlar olmak üzere, geçim sıkıntısı çeken yaşlılar, gençler, işçiler, fiyatların zamlanmasına karşı hep birlikte eski fiyatlar üzerinden alışveriş yapmaya karar verirler ve "Ödenmeyecek! Ödemiyoruz!" diyerek süpermarketteki yiyeceklere el koyarlar. Bir yanda, yaptıklarını birbirinden gizlemeye çalışan karıkocalar, diğer yanda evlere baskınlar düzenleyen polisleri atlatmak için çevrilen dolaplar... Sistemi eleştiren fakat aynı zamanda sistemin kurallarını savunan bir koca karşısında, kalkıştığı eylemi savunabilmek için türlü oyunlara girişen bir kadın... Kaotik bir ortamda yaşama mücadelesi veren, sendikasına, partisine güvenmeye çalışan iki işçi ailesi... "Bu insanlar, ekonomik sıkıntılar, yönetimdeki yozlaşma gibi sorunlar içerisinde, sahip oldukları ahlaki değerlere ve inandıkları ideolojilere tutunmaya çalışırken, sonradan aslında bunların içlerinin boşalmış olduğunu, inandıkları siyasi partilerin bile kendilerini kurtarma yolunda onları yapayalnız bıraktığını görüyorlar. Pahalılık nedeniyle isyan eden kadınlar tarafından başlayan oyun, yapılan eylemin cesaretsizce saklanmaya çalışılmasından cesarete ve yapılan eyleme karşı çıkanların da buna katılmasıyla bütüncül bir uyanışa doğru ilerliyor."(1) On yıl arayla ve farklı yorumlarla, dönemin güncel olaylarını da katarak sahnelenen bu oyunun Kıbrıslı Türk halkı tarafından çok sevilmesinin bir nedeni olsa gerek... Sadece Kıbrıs'ta değil, oynandığı tüm ülkelerde beğeni ile izlenmesi de manidardır.Halk tiyatrosu, bazen halkın yapmak isteyip yapamadığını yüzüne vurur, "keşke" dediğini kurgusal gerçekliğe dönüştürür. Sahnede bütün tabular yıkılır, yasalar delinir, korkular ve baskılar alay konusu olup alt edilir.Seyirci tersten bir şekilde katarsis yaşar; başına felaketler gelen başkahramanının yaptıklarından, korku ve acıma duygusuyla kaçınmak yerine,izlediği karakterlerin yerinde olmayı ve onlar gibi davranabilmeyi arzular. Hele ki sahnede gördükleri kendi yaşantısını çağrıştırıyorsa, bu etki katlanarak büyüyecektir. 1970'lerde İtalya Torino'da grev yapan işçilerin durumuna, sendikaların kayıtsız kalması üzerine yazılan oyunda, bir taraftan acımasız kapitalizm eleştirilirken diğer taraftan sendikalar ve aymazlıkla politikacılara güvenen halk sorgulanmaktadır. Çaresizlik içindeki ev kadınları ise hem kocalarına, hem büyük market patronlarına, hem de devlete kafa tutmaktadır. Kadının fendi sistemi yenmektedir. Oyunun yazıldığı 70'li yıllarda başgösteren petrol krizi ile ekonominin sarsılması, içinde yaşamaya çalıştığımız, krizlerle malul sistemde farklı sebeplerle sık sık tekrar ediyor."Hepimiz aynı gemideyiz" safsatasına karşın ekonomik bunalımlar, hükümeti arkasına alan sermaye için fırsata dönüşmekte, süpermarketler kendilerini korumaya alıp karlarını katlamakta, ceremeyi orta ve dar gelirli kesimler çekmektedir. "Ödenmeyecek Ödemiyoruz oyunu, yaşadığımız toplumsal, ekonomik ve politik sorunlara korkusuzca değinirken, bunları düzeyli ve çarpıcı bir ironik güldürü konusu yapar. Oyundaki eleştiriler, taşlamalar sadece iktidara değil muhalefete, sendikalara, vatandaşa kısaca tüm topluma yöneliktir. Ödenmeyecek Ödemiyoruz, sonucu gülünç olacak kadar acı olan bir meydan savaşıdır."(2) Ezilenlerin tiyatrosunun yaratıcısı Augusto Boal, tiyatroyu bir eylem olarak tarif eder ve devrimin provası benzetmesini yapar. Kapitalizmin kronik hastalığı olan ekonomik krizlerin faturası halka ödetilmeye çalışılır, hepimiz zamlar ve geçim derdi altında ezim ezim ezilirken bir meydan savaşının tam vakti değil midir? Nazen Şansal nazen_sansal@yahoo.com (1)Aliye Ummanel, Bir Tiyatro Şöleni, Kıbrıs gazetesi, 11 Mart 2003 (2)Yaşar Ersoy, Sevdasıyla Kavgasıyla Bir Ülkenin Yaşamında Rol Almak, Khora Yayınları Baraka Tiyatro Ekibi'nin yorumuyla oyunu seyretmek için: https://www.youtube.com/watch?v=1GI6TM5wP6AArgasdi dergisinin "Kimin Krizi Kimin Fırsatı?" dosya konulu 52. sayısından bir yazı... Derginin tamamını Baraka Kültür Merkezi ve Lefkoşa, Mağusa, Omorfo Khora Kitap Cafe'lerden edinebilirsiniz...
Bir gün, New York sokaklarında Marksist bir ekonomist ile liberal bir ekonomist birlikte yürümektedirler. Duvar diplerinde çok sayıda evsiz kişinin yaşamakta olduğunu gören liberal ekonomist, Marksist arkadaşına kederle dönüp “sistem işlemiyor” der. Marksist ekonomist ise, acı bir tebessümle liberal arkadaşının elini tutup şöyle der: “Gördüğün gibi sistem tıkır tıkır işliyor.”***
Kapitalizmin emekçiler ve doğa üzerindeki yıkıcılığına ilişkin binlerce yazı yazılabilir. Ancak bu yazıda, kapitalizmin işleyişinin bu türden yıkıcı sonuçları tamamen gözardı edilip, bu işleyişin bizzat kendisine odaklanacağız. Çünkü kapitalizm, bu türden yıkıcı sonuçları tamamen unutsak bile, sorunlu bir sistemdir, kendi kendini yiyip bitirir ve kendi var olma koşullarını hayatta tutmakta çok zorlanır. Dünya Bankası’nın resmi verilerine göre, neoliberalizm öncesi dönemde (1961-1973) dünyadaki toplam ekonomik büyüme hızı %5.5 idi. 1980’lerden beri dünyadaki pek çok toplumu ele geçiren ve kapitalistlerin hakimiyetini çok daha sağlam hale getiren neoliberal dönüşüm gerçekleştikten sonra ise (1980-2017) dünyadaki ekonominin ortalama büyüme oranı %2.87’de kaldı. Yani sistem, her şey kapitalistlerden yanayken bile tökezlemekte. Peki bu neden böyle? Kapitalizm de dahil olmak üzere her toplumsal biçim, doğal ve beşeri kaynakların ve sosyal ilişkilerin belirli bir türden bir organizasyonuna dayanır. Kapitalizmde bütün bu kaynaklar ve ilişkiler, kâr yapmanın ve metalaşmanın (yani işgücü biçimindeki insanlar da dahil olmak üzere var olan her şeyin alınıp satılabilir birer ürüne dönüşmesinin) merkezi rol oynadığı piyasa ilişkilerinin içine çekilir. Kapitalizmde doğal ve toplumsal kaynakların nasıl bir üretim (ve bununla ilişkili olarak ticaret ve finans) çerçevesinde kullanılacağı, bu kaynaklara sahip olan kapitalistlerin insafına kalmış durumdadır. Kapitalistlerin kendileri de, “kapitalist” olarak kalmayı sürdürebilmek için kârlarını maksimuma çıkarmak ve maliyetlerini en aza düşürmek durumundadırlar. Bu ise kıyasıya bir rekabet yoluyla gerçekleşir ve bu rekabetin sonucunda bahsi geçen kaynaklar, çok daha az elin hakimiyetinde toplanır. Oxfam’ın verilerine göre dünyada sadece 8 kişi, dünyanın yarısının toplamının sahip olduğu servete sahipken, en zengin %1’lik kesim, dünyadaki nüfusun %82’sinin servetine sahiptir. Bir sektörde rekabet edip öne fırlayabilmenin (ya da öndeyseniz orda kalabilmenin) yolu, işgücü maliyetlerini düşürmektir. Rekabette öne fırlamanın bir diğer yolu ise teknolojik atılımlardır; ancak bir şirket tarafından entegre edilen teknolojik donanım, kısa sürede diğer şirketler tarafından da sahiplenildiğinden, bu kalıcı bir çözüm değildir. Örneğin daktilodan bilgisayara geçmiş ilk şirketler, kısa süreliğine bundan rekabet avantajları elde etmişti; ancak bilgisayarlar kısa sürede bütün şirketleri donatmaya başladı. Yani kalıcı tek çözüm, işgücü maliyetlerini düşürmektir. Çelişki ise tam da burdadır. İşgücü maliyetlerini düşürmenin ve verimli çalışmayı arttırmanın tek yolu, işgücünü teknolojiyle buluşturmaktır. Teknolojinin yerleşmesi ise, işgücüne olan ihtiyacı azaltır. Örneğin banka işlemleri için veznedarların değil atm’lerin kullanılması... Bu ise üç sonuç doğurur: 1 – Şirketler rekabette geriye düşmemek için teknolojik donanımdan ve otomasyondan faydalanmak zorundadır. Yeni bir teknolojik atılım kısa süreliğine ekonomik büyümeyi tetikler; ancak bir sonraki teknolojik sıçrayışa kadar, şirketlerarası rekabeti sürdürmenin tek yolu işgücü maliyetlerini azaltmaktır. Ancak her teknolojik sıçrayışta işgücüne ihtiyaç daha da azaldığından kârlar düşmeye başlar. Dünya Bankası verilerine göre dünya çapında kârlılık oranı 1950’den 1970’e kadar ortalama olarak %30’larda seyrederken, 1980’lerden günümüze %20’lere düşmüştür. 2 – Kâr oranlarındaki bu düşüş, sermaye sahiplerinin ellerindeki kârları finansal sektörlere aktarmalarına yol açar. Bu, kısa vadede mantıklı bir stratejidir, zira finansal sektörde muazzam gelirler elde edilebilir. Örneğin Apple firması önceleri yaptığı teknolojik yatırımlarla kendi sektöründe ciddi ekonomik büyümeleri tetiklemişti. Ancak Apple’ın sahipleri, bir süredir, elde ettikleri kârları teknolojik yatırımlar için kullanmak yerine, Apple şirketinin hisse senetlerini dönüp satın almak için kullanıyor ki şirketin hisseleri borsada değerlensin. Ancak finansal sektör, kâr elde edilen üretken bir sektör değil, aksine, zaten halihazırda yaratılmış kârların (ve zenginliğin) el değiştirdiği bir sektördür. Yaratılmış olan zenginlik üretken ve kârlı sektörlere aktarılmadığı için de ekonomik büyüme hızı yavaşlar, durgunluk başlar, istihdam olanakları azalır ve genel anlamda kârlılığın oranı düşer. 3 – Durgunluk ise talebi azaltır, alımgücünü düşürür, işsizliği arttırır. Böylece kapitalist firmalar, ürünlerini ve hizmetlerini satmakta daha da zorlanırlar, daha küçük işletmeler iflas eder, kaynaklar bu sefer daha da küçük bir azınlığın elinde toplanır, ancak bu daha da küçük azınlık, sözünü ettiğimiz bu döngü sebebiyle, aynı sıkıntıları tekrar tekrar yaşar.***
Kapitalizmin yıkılması politik bir mücadeledir, kriz ise kaptalizmin doğasıdır. “Kapitalizm krize girip yıkılacak” diye düşünenler ve sistem içinde atılan her adımı burun kıvırıp küçümseyerek “devrim”i bekleyenler kapitalizmin zaten bir “kriz sistemi” olduğunu, yani krizin aslında kapitalizmin işleyişinin bir parçası olduğunu, “bir gün gelecek” ya da “arada bir gelen” bir şey olmadığını görmelidirler. Mücadele şu andadır ve her yerdedir; çünkü kapitalizm, şu andadır ve her yerdedir. Celal ÖzkızanArgasdi 54. sayı "Adalet" dosyasından bir yazı...
Derginizi tüm Khora Kitap Evlerinden ve marketlerden alabilirsiniz....
Hemen hemen herkesin kulağına bir kez dahi olsa çalınmıştır Mahkeme duvarlarında yazılı “Adalet Mülkün Temelidir” sözü. Kimileri tarafından mutlak bir şekilde idealleştirilip kimilerince de “öyle olmadığı” iddiası ile eleştirilirken, yıllar boyunca güncel, ekonomik, politik, felsefi ve benzeri anlamda birçok tartışmaya konu olmuştur ve hala olmaya devam etmektedir. Evrensel kabul görmüş tek bir tanımı olmayan bu söz ile ilgili genele yayılmış fikir; insanların yaşadıkları ülkenin, toprakların, vatanın ya da devletin, o insanların mülkü olduğu ve bu mülkün yani kısaca devletin temelinin ise adalete dayandığı yönündedir. Bu yaygın fikir, devletin temeli olarak kabul edilen adalet sayesinde devleti oluşturan toplumdaki bireylerin eşitlik ilkesi ile temsil edildiğini ortaya koyarken, bir manevi ihtiyaç olarak da tanımlanan adaletin olmadığı ülkelerde huzur, refah ve saygı ortamının olamayacağı, toplumda kargaşa, huzursuzluk ve kaos ortamının artacağı ve bu sebeplerle bireylerin devlete olan güvenlerinin yok olmaya doğru gideceği anlayışı ile de desteklenmektedir. Bu bağlamda, “Adalet Mülkün Temelidir” sözündeki mülk kavramının insana, ülkeye, eşitliğe ve varlığa dair olduğu anlamlarını çıkarmak sanırım yanlış olmayacaktır. Yukarıdaki yaklaşımlarda da görüleceği ve anlaşılacağı üzere adalet kavramı manevi ve soyut bir kavramdır. Adaleti sağlayacak toplumsal yaşama düzenlerine dair herhangi bir somutluğu işaret etmezken, tabiri caizse her türlü fikirce altı doldurulmaya müsait bir “gizemliliğe” sahiptir. Bunun sebebiyse kuşkusuz hak, hukuk, eşitlik vb. kavramlar gibi adalet(sizlik) kavramının da evrensel bir tanıma oturtulamayacak kadar her topluma ait ekonomik ilişkilerce belirlenen ve bu ilişkiler değiştikçe değişen bir kendine haslığının olmasıdır. Bu yönü ile hem değişken hem de tarihseldir. Kısacası adalet, her durumda tarihle ve zamanla sınırlı olup evrensel bir adalet anlayışından söz edebilmek mümkün değildir. Modern sınıflı toplumların ortaya çıkması ile birlikte mülkün yani varlığı oluşturan şeyin temeli olan adaleti sağlamak devletlerin görevi olmuştur. Adaletin terazisinin bozulmaması, bozulan terazinin ise dengelenmesi bir müdahale gücünü gerektireceğinden, bu gücü tekelinde bulunduran da yine devletler olacaktır. Bugün içinde yaşadığımız dünyanın adalet anlayışı hiç kuşku yoktur ki neoliberal kapitalist sistemin adalet anlayışıdır. Peki, kapitalizmin terazisi dengeli mi? Kapitalist sistem; adaletin, mülkün yani varlığın temeli olduğunu, herkesin yasalar önünde eşit olduğunu ve kişiler arasında fırsat eşitliğinin bulunduğunu iddia ederken Marx, kapitalizmi sömürücü bir düzen olarak tanımlar ve hırsızlıkla suçlar. Bunun yanında yine Marx, tarihsel materyalist bağlamda alt yapı-üst yapı ilişkilerindeki sürekliliğe, alt yapının üst yapıyı belirlerken üst yapının alt yapıyı etkilediğine, bu diyalektik ilişkinin son kertesinde ise üst yapının alt yapıyı meşrulaştırdığına vurgu yapar. Somutlaştırmak gerekirse, her üretim biçiminin (alt yapı) kendine özgü bir adalet tarzı (üst yapı) ve paylaşım sistemi vardır; dolayısı ile üretim biçimlerinden bağımsız bir adalet anlayışı da mümkün olamayacaktır. Kapitalist üretim biçiminin etkilerine baktığımız zaman, özellikle de kapitalizmin neoliberal dönemi politikaları ile halk nezdinde ciddi bir mülksüzleştirme yaşandığını, diğer yandan azınlık olarak ekonomik gücünü daha da artıran sermaye kesimi ile halk yığınları arasındaki bu uçurumun günden güne büyümekte olduğunu görürüz. Tarihsel ilerleme açısından bakıldığında eşitlik, adalet ve özgürlük kavramları feodal döneme nazaran daha ileri bir düzeyde olan kapitalizm, bugün geldiği noktada üretim ilişkileri ile üst yapıyı belirlerken, devletlerin yürürlüğe koyduğu sermaye yararına yasalarıyla da üretim ilişkilerini yeniden etkilemekte ve kendini meşrulaştırmaktadır. Her şeyin paraya endeksli olduğu, halkın giderek mülksüzleştirildiği, yasaların sermaye yararına ve onu koruyan bir mantıkla yapıldığı, adalete ulaşmada her isteyenin yargıdan kolayca yararlanamadığı, sermaye ile halk arasındaki sınıfsal ve ekonomik çelişkilerin giderek daha da derinleştiği koşullarda, herkesin yasa önünde eşit olmasının ne adil bir karşılığı ne de kapitalizmin adalet mülkün temelidir iddiasının bir gerçekliği olacaktır. Ekonomik açıdan eşit olmayanların yasa önünde eşit oluşunu gerçek eşitlik olarak kabul etmek ise zaten en büyük eşitsizlik ve adaletsizliktir. Adil bir dünya mümkün mü? Adil bir dünya düzeni hala arzulanan, yaratılması içinse uğruna mücadele verilmesi gereken bir olgudur. Daha adil, daha yaşanılır bir dünya için kapitalizmin sömürü düzenine, bu düzenin yarattığı ve günden güne artan yıkımlarına karşı Marksizm temelinde, sosyalist bir mücadele yürütmek ve nihayetinde kapitalist sistemi ortadan kaldırmak gerekmektedir. Her ne kadar yaratılacak sosyalist düzen daha adil ve daha yaşanılır olacaksa bile, bununla da yetinilmemelidir. Zira adalet kavramını düşünmemize yol açan şey ise son tahlilde ekonomik eşitsizliğin ezilenler üzerinde yarattığı yoksulluktur. Oysa insanlığın özgür geleceği, tüm sınıfların ortadan kalkacağı bir bolluk düzeni ile yani komünizm ile gerçekleşecektir. İşte o gün geldiğinde, çocuklar adalete gerek olmayan bir dünyada doğacaklardır. Aziz Güven Kaynaklar: 1-www.wikipedia.org 2-Devlet ve Hukuk; Karl Marx, Friedrich Engels 3-Kapital; Sol Yayınları, Karl Marx (2003), C. I. (Çev. Alaattin Bilgili)Argasdi dergimizin 54. sayısından, hayvan özgürleşmesi üzerine bir yazı...
Derginizi, tüm Khora'lardan ve marketlerden alabilrisniz.
Tarih sayfalarında halkların özgürlük mücadelelerini, ulusların yaratılışını, kadınların özgürleşmesini, baskıcı rejimlere karşı isyanları, dinlerin oluşumunu, imparatorlukların yıkılışını, kısacası geçmişimize, bugünümüze ve geleceğimize etki eden nice olayları buluruz. Bu sayfalar sadece insanların birbirleriyle olan ilişkilerini değil insanın, doğanın, hayvanların birbirleriyle olan ilişkilerini de yazar. Dünya üzerindeki yaşam bugüne kadar sadece insanlar arasındaki ilişkiler ve çatışmalarla değil insanın doğa ve hayvanlarla olan ilişkilerinden de etkilenerek devam edebilmiştir. Bugünden sonra da yaşamın devam edebilmesi insanların, doğanın ve hayvanların aralarındaki ilişkilerin ne yönde gittiğine bağlı olacaktır. Suyunu kullandığımız doğanın su kaynaklarını yok etmek, yaşama arzsuna sahip bizler için hiç de akıl karı olmayacağı gibi doğal dengenin parçası olan hayvanların varoluşlarını tehdit etmek de bir o kadar akıl karı olmayacaktır.
Günümüzde kar amaçlı üretim daha fazla rekabete ve sömürüye yol açıyor, doğal kaynaklar yaşamın devam edebilmesi gayesiyle temkinli bir şekilde kullanılmıyor, aksine daha fazla kazanç gayesiyle kapitalizm tarafından yok ediliyor. Hayvanların doğal yaşam ortamları bozuluyor ya da tamamıyla yok oluyor. Enerji üretmek amacıyla doğa dostu alternatifleri yerine halen daha bazı ülkeler tarafından tercih edilen nükleer santrallerin, faaliyetleri sonucunda kurulduğu bölgedeki suyun ısı derecesini arttırdığı ve o suda yaşayan canlılar için hayati bir tehlike oluşturduğu bilimsel bir gerçek. Yağmur ormanları son yıllarda palm yağı gibi ürünlerin elde edilmesi için şirketlerin saldırısına uğramış ve bu saldırı bölgede yaşayan hayvanların ölümlerine yol açmıştır. Bu şirketlerin yarattıkları emek sömürüsünü tahmin etmek ise hiç de zor değil. Bu sebeplerden ötürüdür ki bu sömürü düzenine karşı vereceğimiz mücadele ekolojik dengenin devamlılığını ve hayvanların yaşam haklarını da savunmalıdır. Hayvanlar, insanların üzerlerinde hakimiyet kurabilecekleri ve her istediklerini yaptırabilecekleri canlılar değil bu dünyanın sahipleridirler de. Sağlık, barınma, beslenme gibi hakları vardır. Burada söz konusu olan sadece köpekler, kediler ya da sevimli hayvanlar değil bütün hayvanlardır. Son dönemlerde, hayvan dostlarımızın huzurlu ve sağlıklı bir yaşam sürmelerini amaçlayan ama bir yandan da etik ve yasal çerçeveyle sınırlanan, ve hayvanların kullanılmasını da içeren “hayvan refahı” fikri, akımı yaygınlaştı. Oysa insanların keyiflerine göre hayvanları kullanabilmesi hayvan haklarını savunmak değil kendi çıkarlarımız doğrultusunda bu hakları şekillendirmek olur. Hayvan hakları savunucularının uğruna mücadele ettiği hayvan özgürlüğü fikri ise insanların hayvanlar üzerindeki baskısını ve kontrolünü ortadan kaldırmayı amaçlar. Ülkemizdeki duruma baktığımızda sokak hayvanlarının, duyarlı vatandaşların ve örgütlerin yürüttükleri mücadelelere rağmen zor koşullarda yaşadığını; yeterli sayıda barınağın olmaması, var olan barınakların sağlık ve beslenme gibi hizmet eksiklikleri bir yanda dursun bu hayvanların asıl yaşam yerleri olan sokakların belediyeler ve yerel yönetimler tarafından yaşanabilir kılınmadığını; doğada yaşayan hayvanların av “sporu” için katledildiğini, çıkan orman yangınları sonucu yaşam ortamlarının yok olduğunu görüyoruz. Durum bu olunca hayvanların yaşamları ve sıkıntıları toplum içerisinde bir tartışma ve mücadele alanı oluşturuyor. 2013 yılında Meclisten geçen AB kriterlerine uygun Hayvan Refahı Yasası hayvanların hayatlarını yasalar çerçevesinde kısmi “özgürlüklerle” sınırlandırıyor. Hayvanlar üzerinde deney yapmak bu yasaya göre mümkün ve ülkemizde yasal iznini dahi almadan hayvan deneyleri yapan üniversite bile bulunmakta. Hayvan deneylerinin yerini alabilecek bir sürü alternatif metod bulunmaktadır. Bilgisayar simülasyonları, kök hücre yöntemi, kadavraların kullanılması, mikrodoz gibi yöntemler, hayvanları kullanmadan deney yapılmasını sağlayan yöntemler arasındadır.(1) Yasanın sıkıntılı yanlarından biri de hayvanların zevk ve kumar için yarıştırılabilmesine izin verilmesidir. Hayvanların keyfi bir şekilde para için birbirleriyle yarıştırılmaları, bırakın özgürleşmeyi yasanın adında geçen refah mantığıyla bile çelişmektedir. Bir canlının başka bir canlının eğlencesi için kullanılması o canlı için huzurun ve rahatlığın olmadığı anlamına gelir. Yasanın içerdiği maddelere uymayan kişilere kesilen cezalar ise para cezalarıdır. Parasını ödeyen yasaya uymayıp istediği canlıya istediği muamelede bulunabilecektir. Bu keyfi muamelenin olmasını engellemek için cezaların ıslah edici olması gereklidir. Bunun yolu da para cezası yerine kamu hizmeti adı altında hayvanlara ve çevreye faydası olacak cezaların uygulanması olacaktır. Bir yasanın ya da fikrin AB kriterlerine uyuyor olması o yasayı ilgilendirenlerin tamamıyla faydasına olacağı anlamına gelmez. Ülkemizde hayvan hakları alanında mücadele eden örgütlerden ve aktivistlerden Oluşan Kıbrıs Dünya Yalnız Bizim Değil Hareketi, Hayvan Refahı Yasası’nın iyileştirilmesi adına Meclise Hayvan Refahı (Değişiklik) Yasası’nı sunmuştur. (2) Ülkemizde de olan hayvan refahı mantığı, hayvanları insana ait bir mal gibi gördükçe gerçek bir hayvan özgürleşmesine hizmet etmeyecektir. Ancak yine de bu yasanın sıkıntılı yanlarını düzeltmek ve eksiklerini tamamlamaya çalışmak hayvanların özgürleşmesi mücadelesinde önemli adımlardan olacaktır. Sezgin Keser (1)http://www.deneyehayir.org/testlerde-hayvanlarin-kullanimina-alternatif-secenekler/#.XHLm4eQza00 (2) http://baraka.cc/?p=635Argasdi dergimizin 54. sayısından, adaletin geçmişini, bugününü ve geleceğini sorgulayan bir yazı...
Yeni bir tema ile yeni sayımız Temmuz'da tüm market ve Khora kitabevlerinde...
Sıcak ve kurak, tefeciliğin ve hırsızlığın ayyuka çıktığı bir yıl: 1877… Kıbrıs’ın en uzak topraklarında, dağlık ve ormanlık bölgeleriyle ulaşımın çok zor sağlandığı, *Şeher’den ve ticaretten uzak bir bölge: Baf… Yoksulluğun ve cahilliğin pençesine düşmüş bir halkın kahramanları: Hasanbulliler… İşte böyle bir zamanda bir destanın yazılma hikayesi başlar: Kuş, civciv ya da tavuk manasına gelen (pouli) Bulli lakaplı kardeşlerin yaşadığı Baf kazasına bağlı Mamonya köyünden kıvılcımlanan, kimilerine göre eşkıya, kimilerine göre birer kahraman olan Hasanbulliler’in bitmeyen şarkısı böylece çalınmaya başlar kulaklarınıza… Hasan Ahmet Bulli, kendisine atılan iftira ve yalancı tanıkların ifadesiyle mahkumiyet cezası alınca, bu yapılan haksızlığa dayanamaz ve kendisini tutuklamaya gelen zaptiyelerin ellerinden kaçarak, dağlara sığınır. 18 ay süren bu kaçak yaşantısında, onu yakalamak için bölge polislerinin yanında Lefkoşa’dan da on kişilik bir zaptiye ekibi gelir. Ancak onu yenen ve zaptiyelere yakalanmasına neden olan şey o yıllarda Kıbrıs’ın en büyük hastalıklarından biri olan sıtmadır. Sıtmaya yakalanan Hasan, tutuklanır ve bir onbaşıyı öldürmekten yargılanıp idama mahkum edilir. Ama cezası daha sonra ömür boyu hapse çevrilir. Bu sırada abilerinin ardından Kaymakam lakaplı ortanca kardeş Mehmet Ahmet Bulli ve küçük kardeş Hüseyin Ahmet Bulli (Gavunis) de bir kavgada bıçakladıkları birinin ölmesi üzerine dağlara çıkarlar. Kardeşlerinin zor durumda olduğunu haber alan büyük kardeş Hasan Bulli, onlara yardım için Büyük Han’da bulunan hapisaneden kaçmaya çalışırken vurulup öldürülür. Destanın kalan kısmını Hasanbulliler’in kardeşleri Mehmet yani Kaymakam ve sarı yüzlü olduğu için kavun anlamına gelen Gavunis lakaplı Hüseyin ve arkadaşları yazacaktır. *** Kaymakam der, aslımızı sorarsanız Mamonya, Bakınız bize ne yaptı bu dünya Biz ne Hanya biliriz ne de Konya Talha’nın garazı varıdı bize İsterdi ille versin bizi İngilize Hüseyin Bulli der, ben Hüseyin Bulliyim hem firavun Merhametim yoktur, kim olsa kıyarım Hatır bilmem, her arzumu yaparım Öldüm teslim olmadım İngilize … (1) Kıbrıs’ta artık farklı bir devir vardır. Soğuk tavırları, küçümseyici bakışlarıyla adaya ayak basan İngilizler, “bozulan” düzeni yeniden sağlamak için asi ilan ettiği bu gençlere karşı acımasız bir şekilde savaşmayı kafasına koymuştur. Ne var ki İngilizlerin yarattığı bu sömürü düzenine karşı halkın tarafı da bellidir. Cinayet, hırsızlık, kadın kaçırma gibi adi suçlar işlemiş olmalarına rağmen, ister korkudan, ister hayranlıktan deyin, onlara karşı saygı duyan halk, yardımda bulunmaktan asla çekinmemiş ve hiçbir zaman onları ele vermemiştir. Dönemin polis komutanı, Kareklas, Hasanbullilerle ilgili hazırlamış olduğu kitapçıkta şu ifadeleri kullanmıştır: “Bu rapor, Hasanbulliler ve arkadaşlarının suç faaliyetlerinin tüm hikâyesidir. Limasol ve Baf sınırındaki köylerde ve ayrıca bunlara komşu olan köylerde, onların işlemediği bir tür suç ya da yaptıkları kirli bir iş olmayan hiçbir köy yoktur. Eminim ki, köylerin çoğunda sadece erkekler değil, kadınlar ve çocuklar dahi onları desteklemekte idiler ve onlar köyde bulunduğu sırada polisin gelmekte olduğu görüldüğü zaman, ya köydeki erkekler, kadınlar ya da çocuklar koşarlar, onlara haber verirler ve kaçaklar tedbirlerini alırlardı.” Fakat Mehmet Talha adında birisinin kurduğu tuzak sonucunda İngilizler tarafından yenilgiye uğratılırlar. Rumca yazılan ve Hasanbullileri gaddar ve zalim bir şekilde gösteren destanda olay şu şekilde anlatılmaktadır: … Çevirdiler martinleri birbiri ardına Küçükleri Hüseyin’i o saattan benzettiler kalbura … Soruşturma için götürdüler Kasaba’ya Hısımları çekerdi saçlarını yola yola İş gelsin bir yere, asılmaya kalsın … On üç ay hem da beş gün durmadan savaştılar (2) *** 1900’lü yılların başında Lokman Hekim olarak bilinen, Dr. Hafız Cemal tarafından yazılan Türkçe destan, dellal olan Aynalı tarafından okunmakta idi. Yazıldıktan tam bir asır sonra 2000 yılında “Dance of Cyprus” dans grubu tarafından tiyatral bir şekilde sahneye taşınan Hasanbulliler destanı, Tahsin Oygar ve Hüseyin Saltan tarafından bestelenen sözlerle yeniden hayat bulmuştu. 2012 yılında ise Sol Anahtarı tarafından “Başka Bir Şarkı” isimli albümden bizlere seslenme fırsatı yakalamışlardı adeta… Bazen adaletsizliğe isyan duygusuyla halkın zihninde kahramanlar ortaya çıkar ve tıpkı yel değirmenlerine karşı savaşan Don Kişot, zenginden alıp fakire veren Robin Hood gibi zorba bir dünyada masalsı bir kahramanlık yaratırlar. Oysa gerçek kahramanlar içimizden çıkanlardır. Onlar ki bu memlekete emek veren, onuruyla mücadele edenlerdir. İlk kez Kıbrıs adasının dışına çıkıp hemşirelik eğitimi alan Türkan Aziz ve adı resmi tarih kitaplarına geçmeyen kadın kahramanlar yanında Kıbrıs’ın tarihine damga vuran ve özellikle İngiliz Sömürge Yönetimi’nin düzenine karşı kendi “adalet” anlayışlarını getiren, isimlerine destanlar düzülen Hasanbulliler, Arap Ali, Gavur İmamlar vardır! Şifa Alçıcıoğlu Sifalcicioglu@gmail.com *Şeher: Lefkoşa (1) Hasanbulliler Destanı, Dr. Hafız Cemal, okuyan dellah Aynalı. (2) Hasanbullilerin Türküsü, Hristodulos Çapura, Türkçe’ye çeviren: Burhan Mahmudoğlu Kaynak: Bir Zamanlar Kıbrıs’ta, Ahmet Haşim Gürkan, Galeri Kültür Yayınları. https://www.youtube.com/watch?v=pCXTB6SX5JI Hasan Bulliler Destanı- Sol Anahtarı