Binlerce üyeyi temsil eden onlarca örgüt ile birlikte bileşeni olduğumuz "Heykele Hayır Platformu"nun ortak açıklaması:
Arkın Yaratıcı Sanatlar ve Tasarım Üniversitesi kurucusu Erbil Arkın’ın ‘‘hayalim’’ diyerek ortaya attığı ve Girne Dağları’nın eteklerindeki doğal olarak kalmış en önemli tepelerden birisine ‘‘Asil Köylü’’ adı verilen devasa bir heykel inşaatı yapılması için çalışmalar yürütülmektedir. Henüz, resmi olarak gerekli adımlar atılmamış olsa da gayrı resmi olarak birçok çalışmanın yürütüldüğü, hatta Girne Belediyesi ile bu konuda işbirliği yapıldığı da bilinmektedir.
Toplumumuzun daha ileriye taşınması, doğamızın korunması, kültür-sanatımızın gelişmesi gibi farklı alanlarda çalışmalar yapan ve bir insan hakkı olan çevre hakkına sahip çıkan örgütler olarak, başta bizzat projenin yaratıcılarından olmak üzere çeşitli kaynaklardan elde ettiğimiz bilgiler ışığında söz konusu proje hakkında değerlendirmelerde bulunduk. Bu değerlendirmeler ışığında, aşağıda sıraladığımız gerekçelere dayanarak ‘‘Asil Köylü’’ heykelinin yapımına, toplumun genelinde hâkim olduğuna inandığımız şekilde açıkça karşı olduğumuzu belirtiriz. 1- Söz konusu projenin, Girne Dağları’nın eteklerinde yer alan ve tamamen ağaçlarla kaplı olan 174 dönümlük ORMAN ARAZİSİ içerisinde yapılması planlanmaktadır. Bu alan yasal olarak bir orman arazisidir ve doğal bir park yapılmak üzere Girne Belediyesi’ne devredilmiştir. Başta Anayasa ve Fasıl 60 Orman Yasası uyarınca buraya, en iyi amaçlarla bile olsa herhangi bir inşaat yapılması söz konusu olamaz, olmamalıdır. Hele ki son yıllarda iklim krizinin de etkisiyle kuraklaşan, yangınlarla ormanları yok olan adamızda, artık tek bir ağaç bile kesilmemelidir. 2- Betondan fazlasıyla nasibini alan Girne’de, insanların en azından yüzünü dağa döndüğünde 40x40 metre boyutlarında bronzdan yapılmış devasa bir heykeli değil yeşil dağları görebilmesine imkan sağlanmalı ve Girne Dağları’nın görsel ve ekolojik BÜTÜNSELLİĞİ bozulmamalıdır. Yapılması planlanan devasa heykelin, ülkemizin dokusuna, ölçeğine olan aykırılığı ortadadır. Kıbrıs adasına, toplumun geleceğine ve tüm dünyaya karşı doğaya yapılacak her türlü tahribatın sorumluluğunu hissederek hareket etmek, hiç bir surette ödün verilmemesi gereken bir unsurdur. 3- Bölgenin orman alanı olması dışında, sahip olduğu çeşitlilik ve arazi yapısı dikkate alındığında heykel yapımı için gerçekleştirilecek inşaat faaliyetleri, projeyi hazırlayanların da ‘‘bir miktar zarar verilecek’’ diyerek önemsizleştirdiği ama kabul ettiği şekilde ciddi bir inşaat faaliyeti yaratacak ve doğaya büyük zararlar verilerek geri dönüşümü mümkün olmayan büyük TAHRİBAT yaşanmasına yol açacaktır. Ayrıca, heykelin çok güçlü aydınlatma sistemleri olacağı, bölgede neredeyse gece yaşanmayacak kadar müthiş bir ışık kirliliği ortaya çıkacağı tahmin edilmektedir. Bu da, doğal yaşam ve çevrede yaşayanlar için ciddi bir fiziki ve ruhsal çöküntü/tahribat yaratacaktır. 4- Her ne kadar da proje tanıtımlarında ‘‘doğayı korumak için heykelin yapılacağı’’ söylemi yer alsa da ülke gerçeklerimiz, heykelin söz konusu bölge ve civarında İMAR BASKISINI artıracağı ve şehrin büyümesini imar planlarında görülenin aksi bir şekilde artıracağına yönelik endişe yaratmaktadır. Bu da sadece heykelin yapılacağı yeri değil tüm kentin dokusunu ve çevre yollarının trafiğini olumsuz yönde etkileyecektir. 5- Heykelin yapılması planlanan tepe, AB NATURA 2000 çalışmaları kapsamında Kıbrıs’ın kuzeyinde belirlen 6 ekolojik alandan birisi olan Beşparmak Dağları Potansiyel Koruma Alanı sınırları içerisinde yer almaktadır. Diğer 5 bölge (Akdeniz sahili, Alagadi sahili, kuzey ve güney Karpaz, Tatlısu sahili, Mağusa Sulak Alanları), Özel Çevre Koruma Bölgesi ilan edildiği halde taş ocaklarının bulunması nedeniyle Beşparmak Sıra Dağları’nın koruma statüsü resmileştirilmemiştir. Ancak bu durum bölgenin uluslararası anlamda da korunması gerekliliğini ortaya koymaktadır. 6- ‘‘Asil Köylü’’ heykelinin 40x40 metre boyutlarında ülkenin dört bir yanından görünecek şekilde devasa bir boyutta yapılması planlanmaktadır. Bu ÖLÇEKTE bir yapının hayata geçirilmek istenmesi, gerek malzeme temini ve tahribatın büyüklüğü gerekse inşaatı sırasındaki işçi güvenliği bakımından öngörülemeyen pek çok sıkıntıya da yol açma potansiyeli taşımaktadır. 7- Söz konusu heykel, Kıbrıs Türk toplumun ürettiği veya kültürel olarak yakın hissedebileceği bir sanat unsuru değildir. Eserin, bir “köylü”nün var oluşundaki gibi doğayla bütünleşik olmadığı tam aksine doğa üzerinde hegemonik bir kurguya sahip olduğu, konu, içerik ve figüratif açıdan yerel değerlerle ve Kıbrıs köylüsü ile bağdaşmadığı da yadsınamaz bir gerçekliktir. 8- Elbette ki kentlerimizin sanat eserlerine ihtiyacı vardır. Ancak bunlar, zenginliği ve gücü sembolize eden dev yapılar yerine, doğayla ve çevreyle barışık olan, insanlarla iç içe yaşayabilen örnekler olmalıdır. Kütlesel olarak ezici bir büyüklüğe sahip olmak yerine yaratıcı ve özgün örneklerle toplumun kültürel yapısı zenginleştirilmelidir. Kent, sokak, cadde, meydan veya park alanları yaratılırken heykel veya diğer kamusal sanat örnekleri için de gerekli mekanlar oluşturmalı ve estetik bir bütünlük içinde heykeller yaşamalıdır. 9- Heykelin adının, yan yana anılamayacak iki kelime olan, ‘‘asil’’ ve ‘‘köylü’’ kelimelerinden oluşması bile bu projedeki tutarsızlığı itiraf etmektedir. Özellikle monarşi düzeninde kullanılan ve halkı, işçileri, kadınları, köleleri ezen ve üstün kabul edilen soyluları ifade eden ‘‘asil’’ kelimesinin, emekçi, çalışkan, mütevazı Kıbrıs’ın köylüsü ile bir arada kullanılması hayret vericidir. Sadece bu bile, ‘Asil Köylü’ heykelinin bu topraklardan ve halktan kopuk olduğunu diğer taraftan erk sahibinin her şeyi yapabilme istencinin göstergesidir. 10- Her toplumun yarattığı sanatsal değerlerle var olduğu gerçektir. “Asil Köylü” heykeli ise ne içerik ne de biçim açısından bu toplumun yarattığı bir değer değildir. Bu nedenle Kıbrıs kültürünü yansıttığı söylenen heykelin, hangi açıdan Kıbrıs halkını yansıttığı belirsizdir. Kıbrıs kültürünün en büyük özelliği olan mütevazılık unsurunu darmadağın eden böylesi bir heykel projesi kültürel perspektiften de yoksundur. 11- Söz konusu heykelin, Fransa’daki Eiffel kulesini veya Brezilya’daki İsa heykeli örneklerine dayandırılarak ülkemize gelen turist sayısını artıracağı ve ülkemizin ekonomik olarak kalkınmasına katkı sağlayacağı yönündeki ifadeler de gerçek dışı bir söylemdir. Böyle bir iddia, heykelin hangi turizm modelimize uygun bir akıl olduğu ve hangi turizm politikamızın bir yansıması olduğu sorularını cevapsız bırakırken, heykelin turizm potansiyeli taşıması için ünik ve sanatsal açıdan ilerici ve yaratıcı bir dil taşıması gerekliliği da göz ardı edilmektedir. 12- Böylesi bir heykele Devlet tarafından izin verilmesi, sermayedarlar arasındaki rekabeti artırarak başka zenginlerin de kendi fantezilerini ormanlarımıza, dağlarımıza denizlerimize yapmasına vesile olabilecektir. Sermayenin, kamusal alana ve sanata bu kadar pervasızca girmesi ve kamusal alanları canının istediği gibi bir sanatla donatması, sanatın özgür, yaratıcı ve halkla bütünleşik gelişimini de olumsuz etkileyecektir. Sonuç olarak; doğaya hançer gibi saplanacak, devasa boyutlarıyla her yerden görünecek, güç, ego ve paranın sembolü haline dönüşecek ve toplumun kendi değerleri yerine bir zenginin ölümsüz olma çabası olarak görünen böyle bir heykel projesi, Kıbrıs Türk halkına karşı büyük bir KÜSTAHLIK göstergesidir. “Asil Köylü” heykeli, yukarıda sıraladığımız gibi EKOLOJİK, EKONOMİK, KÜLTÜREL ve SANATSAL açılardan sakıncalarla doludur. Bu nedenle, başta ARUCAD ve Erbil Arkın olmak üzere projenin yaratıcılarını toplumu ikna etmeye çalışmak yerine projedeki ısrarlarından vazgeçmeye çağırırız. Bilinmelidir ki, biz aşağıda imza sahibi örgütler bu yönde gerekli adımlar atılmadığı takdirde çeşitli eylemler ve yargı süreci dahil olmak üzere böyle bir TOPLUMSAL YIKIM PROJESİNE karşı gereken her türlü mücadeleyi ortaya koyacağız. Kamuoyuna önemle duyurulur.HEYKELE HAYIR PLATFORMU
Akdeniz Avrupa Sanat Derneği, Avcılık Federasyonu, Bağımsızlık Yolu Partisi, Baraka Kültür Derneği, Barış Derneği, Basın Emekçileri Sendikası, Birleşik Kıbrıs Partisi, Biyologlar Derneği, Çatalköy’ü Geliştirme ve Kültür Derneği, Devrimci İşçi Sendikaları Federasyonu, Dipkarpaz Çevre Koruma ve Sosyal Aktivite Derneği, Doğu Akdeniz Üniversitesi Akademik Personel Sendikası, Esentepe Cennet Vadisi İnisiyatifi, Eşit Hak ve Adalet Sendikası, Federal Kıbrıs Hareketi, Gençlik Merkezi Birliği, Girne Düşünce Derneği, Gümrük Çalışanları Sendikası, Güzelyurt Geliştirme ve Kalkındırma Derneği, Halk Sanatları Derneği, Karpaz Dostları Derneği, Kıbrıs Erozyonla Mücadele ve Ağaçlandırma Vakfı, Kıbrıs Hayvan Hakları Derneği, Kıbrıs Sanatçı ve Yazarlar Birliği, Kıbrıs Sulak Alan Topluluğu, Kıbrıs Türk Amme Memurları Sendikası, Kıbrıs Türk Devlet Çalışanları Sendikası, Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası, Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası, Kooperatif Görevlilileri Sendikası, Kuzey Kıbrıs’ın Dostları Derneği, Lefke Çevre ve Tanıtma Derneği, Lefke Doğa Sporları Derneği, Lefkoşa Gençlik Derneği, Mağusa İnisiyatifi, Mimarlar Odası, Orman Mühendisleri Odası, Peyzaj Mimarları Odası, Sessiz Kullar Hayvanları Yaşatma ve Sahiplendirme Derneği, Sol Hareket, Şehir Plancıları Odası, Şehit Aileleri ve Malül Gaziler Derneği, Taşkent Doğa Parkı, Toplumcu Kurtuluş Partisi, Yerbilimleri Mühendisleri Odası, Yeni Kıbrıs Partisi, Yeryüzü Tohumları İnisiyatifi, Yeşil Barış Hareketi
Laiklik ve demokrasi ilkelerine bağlı tüm duyarlı örgütlere ve kişilere çağrımızdır.
Gelin pazartesi günü bu protokolü Meclis önünde protesto edelim!
Kültürel İşbirliği Anlaşmasıyla Çocuklarımız Kime Emanet!? Türkiye ile imzalanan paketlere, protokollere her gün bir yenisi ekleniyor. Bunlar, sadece ekonomik yönden değil kültürel açıdan da Kıbrıslı Türk kimliğini yok etmek, asimile etmek üzere açık veya gizli niyetler içeriyor. Halkımızın laik ve demokratik yapısına tahammülü olmayan ve bunu seçimlerde de irademize müdahale ederek gösteren gerici zihniyetler, çocuklarımızı kendilerine benzetmenin yollarını arıyorlar. Reddediyouz süreciyle geri püskürtmeyi başardığımız Koordinasyon Ofisi ile amaçlanan "dini ve milli şuura sahip gençler" yetiştirilmesinin başka başka formülleri deneniyor. Türkiye ile imzalanan ve 15 Mart Pazartesi günü Meclis'in onayına sunulacak olan Kültürel İşbirliği Protokolü, kültür-sanatla ilgili destek beyan eden bir sürü güzel lafın yanı sıra -ki bu protokol olmadan da sanatçılarımıza destek olunmasına hiçbir engel yoktur- Yunus Emre Enstitüsü'nün çocuklarımızla ilgili faaliyetler yapmasını öngörüyor. Merkezi Ankara'da olup ülkemizde de Selimiye Meydanı'nda binası bulunan bu Enstitünün, aynı adlı bir Vakfa bağlı olduğu, Vakfın kurucuları ve destekçileri arasında Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu yer alırken şimdiki yönetiminin ise ağırlıklı olarak Tayyip Erdoğan tarafından belirlendiği biliniyor. Kuruluş aşamasında Tanıtma Fonu'ndan 1 milyon TL aktarılan Vakfa, pek çok kamu malı ve bina da hibe ediliyor. Devlet destekli olsa da nihayetinde bir STÖ olan bu kurumun, devletler arası bir anlaşmada hukuken yerinin olmaması bir yana, cemaatinin yurt dışı okullarına karşılık kurulduğu daha sonra da bir süre cemaatin eline geçtiği iddia ediliyor. İyi niyetlerle Yunus Emre Enstitüsü'nde çalışan veya etkinliklere destek olan sanatçıları ve kurslara katılan kişileri tenzih ederek söylüyoruz ki bu zihniyete çocuklarımızı veya gençlerimizi emanet etmek, bu halka yapılacak en büyük kötülüktür. Bizler Türkiyeli-Kıbrıslı ayırt etmeden tüm çocuklarımızın çağdaş ilkelerle ve özgür düşüncelerle yetişmesini istiyoruz. Meclis'teki milletvekillerine sesleniyoruz: Kültürümüzün yaşatılıp tanıtılması kılıfıyla önünüze konan bu protokole onay verirseniz, dini ve milli duyguları önce kabartılıp sonra istismar edilen, AKP zihniyetinde, muhafazakar gençler yetişmesine, laik ve demokratik Kıbrıslı Türk kimliğinin biraz daha asimile edilmesine "evet" diyeceksiniz. Zaten protokolü yazanların, Kıbrıs kültürüne Osmanlı merkezli, dar bakış açısı ve hatta bizi ayrı bir devlet değil kendi egemenlikleri altında gördükleri de 14. maddeden bellidir. Bu maddede adamızın tarihi; Osmanlı öncesi dönem, Osmanlı dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti Dönemi şeklinde kategorize edilmiştir! Bu protokolün bir Eğitim ve Kültür Bakanı tarafından, en azından bu maddesi düzeltilmeden imzalanması hayret verici olup, ayrı devlet olduğunu iddia eden bir Meclis tarafından onaylanması da kendi kendini ikâr etmek anlamına gelecektir. Laiklik ve demokrasi ilkelerine bağlı tüm duyarlı örgütlere ve kişilere açık çağrımızdır. Gelin pazartesi günü bu protokolü Meclis önünde protesto edelim! 15 Mart Pazartesi saat 13.13'te Meclis önünde, katılmak ve imza koymak isteyenlere açık olarak basın açıklamamızı yapıyoruz.Emekçi düşmanı, gerici ve sağlığa zararlı UBP-DP-YDP hükümetinden, kültür-sanata çağdaş bir yön vermesini beklemiyorduk elbette… Ancak toplum can derdinde, ekmek derdindeyken ve alınması gereken onca önemli karar varken, kültür-sanat alanında demokratik ve katılımcı bir anlayışla uygulanan bir tüzüğü, el çabukluğuyla değiştirebilme marifetini de ummazdık doğrusu!
“Güzel Sanatlarla İlgili Derneklere Yardım Tüzüğü”, Kültür Dairesi’nin özverili personelinin çabaları ve derneklerin de katkılarıyla, uzun yıllardır şeffaf ve demokratik bir şekilde uygulanmaktadır. Geçmişte de, yine UBP döneminde bazı derneklere karşı ayrımcılık ve yasa dışı uygulamalar yapılmış ancak Tüzük’teki demokratik ve katılımcı yapı bozulmamıştı. Bu Tüzük çerçevesinde dernekler, her yıl yapacakları kültür-sanat projelerine bir miktar maddi katkı alabilmekte ve böylece ülkemiz kültür-sanatının gelişmesine destek olunmaktadır. Kamusal bir fon olan Kültür Dairesi’nin bütçesinden, belli kriterler çerçevesinde başvuran derneklerin sanatsal projelerine bir miktar para verilmekte, kararlar kamuya açık yayımlanmakta ve projelerin gerçekleşip gerçekleşmediği de Daire tarafından takip edilmektedir. Kültür-sanat derneklerinin çoğu mevcut Tüzüğün işleyişinden memnundur, memnun olmayanların da sözlerini söyleyebilecekleri mekanizmalar (Kültür Sanat Danışma Kurulu ve Değerlendirme Komisyonu) mevcuttur. Derneklerin projelerine katkı yapılıp yapılmayacağını inceleyen komisyonda, Kültür Dairesi Müdürü zaten başkan olarak bulunmakta ve devletin kültür sanat kurumlarından da (Devlet Tiyatroları, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası gibi) temsilciler yer almaktadır. Ayrıca çeşitli alanlarda (müzik, sahne sanatları, edebiyat, halkbilimi gibi) faaliyet gösteren derneklerin temsilcileri de kendi aralarında yaptıkları seçimle Komisyonda görev yapmaktaydı. Bu yönüyle Komisyon, ülkemizde nadir bulunan türden demokratik ve katılımcı bir oluşumdu. Emekçi düşmanı, gerici ve sağlığa zararlı UBP-DP-YDP hükümetinin, eğitimi e’sinden anlamayan Eğitim Bakanı Olgun Amcaoğlu, kaşla göz arasında yaptığı ve Bakanlar Kuruluna onaylattığı bir tüzük değişikliği ile kaş yaparken göz çıkarmıştır! Değerlendirme Komisyonu’nun demokratik ve katılımcı yapısını bozan tüzük değişikliği ile kültür-sanat derneklerinden seçimle gelen temsilciler tamamen Komisyondan çıkarılmış ve yerine Kültür Dairesi Müdürü’nün atayacağı kişiler konmuştur. Tüzüğün gerekçesi, Anayasa’ya ve mevzuat yapma kurallarına aykırı olarak belirtilmemiş olsa da, bizim öngörümüz odur ki sadece kendilerine yakın kesimlere destek sağlayıp, barıştan, demokrasiden, laiklikten, kültürel mozaikten, sanatsal özgürlükten yana olan derneklere katkı verilmemesi için bu değişiklik yapılmıştır. Böylesi bir otoriter uygulama, sanatın özgürlükçü yönü ve kültürün çoğulcu yapısıyla bağdaşmaz. Baraka Kültür Merkezi olarak bu Tüzük değişikliğini kabul etmemekle birlikte derneğimizin üretimlerini ve eylemliliğini hiçbir şekilde etkilemeyeceğini; çünkü esas olarak maddi ve manevi gücümüzü halktan ve dostlarımızdan aldığımızı belirtmek isteriz. Ancak bugün hükümet koltuklarında oturanlar değiştiğinde ve terazinin dengesi bozulduğunda, demokratik katılımın bir gün herkese lazım olacağını anlayacaklar. Anayasa’nın 62. Maddesi “Devlet, sanatın özgürce gelişebileceği ortamı yaratır, sanatçıyı koruyucu, destekleyici, özendirici önlemleri alır” demektedir. Oysa bu Tüzük değişikliği, sanatın özgürlüğüne doğrudan bir devlet müdahalesidir. Anayasa ayrıca devlete, “herkesin kültür yaşamında yer almasını sağlamak” görevini de vermektedir. Böylesi ekonomik sıkıntıların olduğu bir dönemde derneklerin aidat toplama zorlukları da düşünüldüğünde, bu Tüzükle kültür derneklerinin bir kısmı faaliyetlerini yapamaz hale gelecek ve belki de kapanma noktasına kadar gidecektir. Korona önlemleri sebebiyle bir kenara itilen, işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm edilen sanatçılar şimdi de bu Tüzüğün değiştirilmesiyle tamamen yok edilmek istenmektedir. Baraka olarak duyarlı pek çok dernek ve sanatçıyla birlikte, faşist kafalıların bu tüzüğünü geri aldırmak için gereken mücadeleyi vereceğimizi belirtir, sanatın özgürlüğüne ve kültürel alanın zenginliğine önem veren her örgütü ve bireyi bu konuda duyarlılığa davet ederiz.Argasdi 56. sayımızdan bir yazı...
Keten, hurmalı kare, goftili işleme ya da gaco çekme size ne anımsatır? Birçoğumuzun yabancı bulduğu bu sözcükler,Lefkara işini yaparken kullanılan terimlerden başka bir şey değildir aslında. Kültürümüzün en güzel el sanatlarından biri olan Lefkara işi, diğer bir adıyla Lefkaratika Ortaçağ’dan bugüne, bin bir emekle Kıbrıslı kadınların ellerinde şekillenmiş çok zahmetli bir nakıştır. Keten kumaş üzerine iğneyle işlenen motifler yanında, iğne işi olarak tabir edilen bir nakış daha vardır ki bilindiği kadarıyla günümüzde yapan pek kimse kalmamıştır.
Trodos Dağları’nın eteklerinde bulunan Lefkara adındaki köyle başlar, Lefkara işinin hikayesi…Köy, yüksek konumu ve temiz havasıyla hala daha oldukça popüler bir yerdir. Birçok medeniyetle tanışan adamız, 1489 yılından 1571 yılına dek Venedik hükümdarlığının boyunduruğu altında kaldı. İşte o zamanlarda Lefkara, Venedikli soyluların tatil beldesi olarak tercih ettikleri bir köy olmuş. Yaz aylarında buraya gelen kadınlar yanlarında getirdikleri keten ve iplikle nakış işlemekteymiş. Daha fazla haç gibi dini motifleri nakşeden Venedikli kadınlardan etkilenen Kıbrıslı kadınlar da doğayı taklit ederek ve kendi yaratıcılıklarını katarak bugünkü Lefkara işinin gelişmesine vesile olmuşlar. Kıbrıslı Türk’ü, Kıbrıslı Elen’i hep birlikte toplanan kadınlar, bir yandan sohbet ederken, öbür yandan alın teriyle emeği kavuşturur, biten işler ise sergilenir, en güzel parçalar da ödüllendirilirmiş vaktiyle Lefkara’da… Lefkara işi o denli ünlü olmuş ki bazı kaynaklara göre 1481 yılında adaya gelen Leonardo Da Vinci kenarlarında dere motifi bulunan bir masa örtüsü satın alarak, MilanKatedrali’ne sunak örtüsü olarak hediye etmiştir. Leonardo Da Vinci’nin ünlü “Son Akşam Yemeği” tablosunda bulunan masa örtüsünün her iki kenarında dere motifi olanbir Lefkara işi olduğu açıkça görülmektedir. Bu motife “Vinci deseni” adı verilmesi de tabloyla ilişkilendirilir.Argasdi 56. sayımızdan bir yazı...
Yıl 2154. Güneşin doğuşuyla gökyüzü aydınlanıyor ve sokaklarda hareketlilik başlıyor. Bir yandan parklarda koşan, yürüyen insanlar bir yandan sürücüsüz toplu ulaşım araçları, öte yandan da mesaisine erken başlayan çalışanlar... Günümüz dünyasında bilimin ve teknolojinin geldiği noktanın az çok farkındayız. Cep telefonlarımız ve bilgisayarlarımızdaki akıllı uygulamalar ve oyunlar, fabrikalarda, atölyelerde, ofislerde, kafelerde kullanılan, üretim ve hizmetin bir parçası haline gelen akıllı sistemler , insan zekasıyla kıyaslanmaya başlanan yapay zekanın neler yapabildiğinin günlük hayattaki yansımalarıdır. Bu yansımalara baktığımızda yapay zekanın verilen komutlara bağlı olarak belirlenen görevi çerçevesinde işlediğini anlarız. Buna en iyi örnek 1996 yılında dünya satranç şampiyonu Kasparov’u yenen Deep Blue adlı bilgisayardır. Deep Blue kendisine yüklenen veriler doğrultusunda satrançta yapılacak her bir hamlenin oluşturacağı sonucu önceden bilmekte ve ona göre en rasyonel hamlesini yapmaktaydı. Yani Deep Blue yapılan hamlelere göre tepki veren dar bir yapay zekaydı.Tabi ki 1996 yılından bu yana bilimsel çalışmalar yapay zekayı farklı noktalara taşımaya başladı. Telefonlarımızdaki dijital asistanlar aldıkları yeni verilerle ve görevlerini yerine getirirken elde ettikleri tecrübelerle sadece sınırlı bir görevi yerine getirmiyor, aksine gelişen yeni durumlara göre kararlar verebiliyorlar. Yani dijital asistanımızla yaptığımız sohbetler, ona sorduğumuz sorular daha sonraki sorularımızın ve sohbetimizin yapay zeka açısından altyapısını oluşturmaktadır.Yapay zekanın dış dünyadan öğrendiği her şey kendisi için belirlenen görevini aşmasını ve geliştirmesini sağlamaktadır. Yapay zeka üzerinde yapılan çalışmalar bitmiyor ve sürekli yeni ilerlemeler sağlanıyor. Artık müzik yapan, resim çizen yapay zekalara sahip robotlar var. Nasıl ki biz insanlar yazı yazarken, müzik yaparken, resim çizerken, farklı kültürel ve sanatsal eylemlerde bulunurken insan ve dünya tarihinin teorik ve pratik birikiminden, duygularımızdan faydalanıyorsak yapay zekalar da insanlardan aldıkları ve dışarıdan öğrendikleri datalarla yaratıcı eylemler yapabiliyorlar. Buna örnek olarak, farklı akorların, müzik türlerinin, ritimlerin veri olarak yüklendiği ve hangi duyguyla ve sözlerle bir şarkı oluşturması komutunun verildiği ve belleğindeki bilgilerle yeni şarkılar yaratan yapay zeka müzik yazılımlarını gösterebiliriz. (1) Bu kadar gelişmekulağımıza hoş gelirken yapay zekanın insanların davranışlarını, tavırlarını anlayabilecek ve tahmin edebilecek bir seviyeye hatta kendi öz varlığına yani tamamıyla kendi bilincine sahip olabileceği bir noktaya geleceği beklentisi insanlarda korku yaratmaya ya da yarattırılmaya başladı. Kendi bilincine sahip olacak yapay zekaların insanların yerine geçebilecekleri, insanların işlerini ellerinden alacakları, hatta dünyayı ele geçireceklerine dair senaryolar özellikle bilim insanları tarafından dillendirilmektedir. Peki bu endişe verici senaryolar olası mı? Büyük kapitalist ülkelerde iş alanında aktif bir şekilde kullanılan yapay zeka sayesinde daha az insana ihtiyaç duyulan, daha çok robotun olduğu, sistem üzerinden üretimin, dağıtımın her anının görülebileceği akıllı fabrikalar oluşturulmaya başlandı.Daha az insana ihtiyaç duyulan otomasyon sistemlere bankaların mobil uygulamalarını örnek gösterebiliriz.Banka işlemlerinin birçoğunu bu mobil uygulamalar sayesinde yaparken, bankanın bu işleri yapacak yeni eleman istihdam etmesine gerek kalmayacaktır.Bu gelişmelere rağmen iş hayatındaki bu değişim, ne düşünüldüğü gibi hızlı bir şekilde gerçekleşecek ne de dünyanın her ülkesinde aynı değişim yaşanacaktır.Çünkü teknoloji, her ülkede ve toplumda aynı gelişmişlik düzeyinde değildir.Şunu da belirtmek gerekir ki “kapitalizmin eğilimi sadece en ileri teknolojiyi üretim alanında uygulamak değil, en ucuz iş gücünü kullanmak ve en yoğun sömürüyü gerçekleştirmektir. Dolayısıyla robotların tüm üretim alanlarına hızla girmesi ve işçilerin yerini robotların alması söz konusu olmayacaktır.” (2) Rekabetin, bencilliğin dayatıldığı bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin kapitalist güçler tarafından başka ülkeleri işgal etmek, doğal kaynaklarını sömürmek için savaş sanayisinde kullanıldığı bir düzende, kendi bilincine sahip olacak yapay zekaların bu düzenin oyununu kendi kurallarına göre oynayacağı yani ezen tarafında olacağı bir apokaliptik gelecek korkusunun oluşması normaldir. Bu korkuya inat teknolojik ilerlemelerin egemenlerin çıkarları doğrultusunda kullanılması yerine bu gelişmelerin halkların çıkarları doğrultusunda kullanaılacağı başka bir dünyanın olabileceği gerçeğini kabul etmeliyiz.Yapay zekanın insanların işlerini ellerinden alması gibi bir durum yerine ihtiyaç temelinde bir üretimin olduğu, yapay zekalar sayesinde iş yükümüzün ve saatlerimizin azaldığı dolayısıyla kültürel, sosyal, sanatsal yaşamımıza daha fazla vakit ayırabileceğimiz sömürüsüz bir gelecek kurulabilir.Nasıl ki bir insanı şekillendiren, içinde yaşadığı düzen ve çevresi ise kendi bilincine sahip olacak yapay zekalı insanımsı robotları da aynı düzen ve çevre şekillendirecektir. Yıl 2154. Güneşin doğuşuyla gökyüzü aydınlanıyor ve sokaklarda hareketlilik başlıyor. Bir yandan parklarda koşan, yürüyen insanlar bir yandan sürücüsüz toplu ulaşım araçları, öte yandan da mesaisine erken başlayan çalışanlar ve mesai arkadaşları yapay zekalı insanımsı robotlar. Şehrin sokakları ağaçlarla, renkli teknolojik evlerle, tiyatro salonlarıyla, kafelerle, spor salonlarıyla dolu. İnsanların emeğinin sömürülmediği aksine geliştirdikleri bilim ve teknoloji sayesinde sosyal yaşamlarına daha fazla zaman ayırdıkları bir dönem… Sezgin Keser sezginkeser92@gmail.com (1) https://musiconline.com.tr/muzik-ve-yapay-zeka/ (2) https://journo.com.tr/arif-kosar-robotlarin-isleri-devralmasi-mumkun-degil
Argasdi 56. sayımızdan bir yazı...
Teknolojiye bakışın, anlayışın nasıl olması gerektiği ile ilgili çok fazla tartışma yapıl(a)mıyor günümüzde. En fazla sonuçları üzerinden hayıflanmak, modern zamanları lanetleyip, “kaçınılmaz!” son ile ilgili yapacak hiçbir şeyin olmadığı konusunda hemfikir olmak, o kadar! Karl Marx ne demişti? “Bana teknolojini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” şaka, şaka! Yani tam olarak böyle dememişti ama buraya varıyor söyledikleri… Esas olarak söylediği şuydu: “Teknoloji; insanın doğayı ele alış biçimini, yaşamını sürdürmek için başvurduğu üretim sürecini açıklayarak, toplumsal ilişkilerinin oluşum biçimini ve bu ilişkilerden doğan kavramları ve düşünce biçimlerini ortaya koyar.” Yani bir toplumu, içinde yaşadığı doğa ile olan ilişkilerini, hatta bireylerin ilişkilerini bile belirleyen, anlaşılmasını sağlayandır teknoloji. En son çıkan cep telefonunun özelliklerini bilmemiz isteniyor yalnızca. Üretim ve ihtiyaçların belirlenmesine ne kadar dahilsiniz? Kapitalist sistem teknolojiyi mistik, zaten olması beklenen, kendiliğinden bir şekilde gelişen bir şeymiş gibi sunuyor. Hâlbuki egemenler kendi iktidar ve kar amaçları doğrultusunda bilinçli olarak teknolojik gelişimi planlıyorlar. Hatta o kadar planlılar ki kendi aralarındaki çıkar çatışmaları uğruna, sabotaj, itibarsızlaştırma ve türlü entrikalarla bu işi savaşa dönüştürmüş durumdalar. “Yüksek” teknoloji dedikleri aslında yüksek değil de saklanan, gizlenen, nasıl yapıldığı insanlıkla paylaşılmayan anlamına geliyor. “Know how” veya patent diye uydurulup, paketlenip tekrar tekrar kendi aralarında alınıp satılan bir metaya dönüşmüş durumda bilgi. Ateş yakmayı bulan ilk insan: “Bu ateşi yakmayı ben buldum bundan sonra her yakan bana patent parası verecek” deseydi ne olurdu acaba? İşte bu kadar saçma kapitalizmin yaptıkları… Bilim, kolektif bir insan etkinliğidir. Bugüne kadar yüz yıllardır on binlerce buluş gerçekleştirmiştir insanlık, tüm bu mirastan yararlanmadan bugünün teknoloji devleri kibrit dahi üretemezdi. Teknoloji en basit tanımı ile bir ihtiyacın karşılanabilme koşullarının kolaylaştırılmasıdır. Peki, eğer bunda hemfikir isek, kimin ihtiyacı? Bu ihtiyaç, kimin tarafından neye göre belirleniyor? Ve neye rağmen kolaylaştırılıyor? Bugünün kapitalist dünyasında, teknolojiyi üreten araçlar genelde kapitalistlerin elinde, kar ve iktidar ihtiyaçları için doğanın ve insanlığın talanına rağmen bir şeyleri kolaylaştırıyorlar! Teknolojinin gelişim bilgisini de tekellerine alan egemenlerin bu bilginin paylaşılmasına da tahammülleri yok. Kısacası, kapitalizmin toplumsal ihtiyaçlara göre bir teknoloji planlaması beklenemez. Reel sosyalizimdeki (SSCB) teknoloji anlayışı Bu konu bir makalede tüm yönleriyle değerlendirilemeyecek kadar geniştir fakat elimizden geldiğince değinmek gerek. 1917 devriminden sonra ülkede ciddi bir açlık söz konusu idi. Sosyalist bir devlet inşa etmek hedefi ile bilim ve teknoloji alanının Çarlık döneminden kalan çarpık ve dağınık durumu hemen merkezileştirildi. Gençlerin bilim ve teknoloji alanına ilgilerinin artırılması için üniversitelerin kapıları tümüyle halka açıldı. Laboratuvar ve enstitüler geliştirilip halkın hizmetine verildi. Toplamda yaklaşık 800 bilim kurumu kuruldu, kısa bir süre içinde 40 yeni üniversite açıldı. İlk işlerden biri SSCB Bilimler Akademisi’nin(SBA) kurulması ve Ulusal Ekonomi Komisyonu ile birlikte çalışmasının sağlanması oldu. Ülkede elektrik sıkıntısı ve açlık en önemli sorunlar olarak tespit edildi. Tüm ülkeye beş yıl içinde elektrik götürebilmek için Goelro Planı geliştirildi. Bu plan çerçevesinde tüm akademi ve enstitüler birlikte çalışmaya başladı. Tarımda verimliliği artırmak için Tarım Bilimleri Akademisi kuruldu. Kapitalizmin aksine küçük bir azınlığın kar amacı için değil, sosyalist bir ülkenin toplumsal ihtiyaçları için planlı hareket eden bir mekanizma kurulmaya çalışıldığı çok net bir şekilde anlaşılıyor. Teknoloji ve bilime bu şekilde yaklaşım, sonuçlarını çok kısa bir sürede verdi. Örneğin fizikte, kristal deformasyonunun mekaniğindeki buluşları ile bugün “elastik”, “plastik”, “anelastik”ten bahsedebiliyoruz. Kömürün yeraltında gaza dönüştürülmesini sağlayarak, maden işçilerinin tehlikeli ve zor koşullardaki çalışmalarını ortadan büyük ölçüde kaldırdılar. Tüm bunların yanı sıra dönemin iki kutuplu gerilimli dünyasında, kapitalizm karşısında sosyalizmin “gücünü” kanıtlamak amacıyla silah, nükleer ve roket teknolojilerine de büyük önem gösterildi. 1930’larda uzay programı devreye alınarak geriye kalan kapitalist dünya ile bu alanlarda rekabete girildi. İlk kez uzaya insan gönderme, aya insansız ilk iniş gibi “başarılar” elde edildi. Gizli nükleer silah araştırmaları, gizli uzay programlarına gereğinden fazla önem verildi. Her dönem kendi koşulları ile değerlendirilmeli fakat bugünden bakıldığında ABD ile girilen bu rekabet büyük ölçüde sosyalist teknoloji ve bilim anlayışı ile çelişmektedir. Sosyalist bir toplum dayanışmacıdır, sosyalizmde teknoloji ise rekabet uğruna değil insanlığın yararına geliştirilmelidir. Kapitalizm ile rekabet edemez, doğasına terstir. Bir yandan sistemin demokratik bir sosyalizmden uzaklaşıp otoriter bir rejime yaklaşması, diğer yandan o dönem dünyadaki ekolojik talanın, bugünkü kadar kötü durumda olmadığı için teknolojik gelişim planlamasının ekolojik sonuçlarının hesaplanamaması, reel sosyalizmin teknoloji anlayışını tersine çevirdi. Bu yaşananlardan ders çıkarmalıyız. Başka bir bilim ve teknoloji anlayışı mümkündür. İnsanın doğanın bir parçası ve de toplumsal bir varlık olduğunu bilerek, planlı, dayanışarak, bilgiyi paylaşarak ve doğa dostu olarak geliştirilecek teknoloji, sadece mevcut toplumsal ihtiyaçların karşılanması ve üretici güçlerin gelişmesini sağlamayacak, birey olarak insanın niteliğini ve mutluluğunu da artıracaktır. Tahsin Oygar tahsinoygar@yahoo.com Kaynaklar: https://en.wikipedia.org/wiki/GOELRO_plan https://ozgurlukdunyasi.org/arsiv/337-sayi-095/1248-sovyetler-birliginde-gunumuz-bilim-ve-teknolojisi https://sarkac.org/2019/05/sovyetler-birliginde-teknoloji/ http://bilimveaydinlanma.org/sovyet-sosyalist-cumhuriyetler-birliginde-bilim-kulturu/ https://tr.wikipedia.org/wiki/Sovyet_uzay_program%C4%B1
“12 Yıllık Esaret”, 1800’lerin sonunda, New York’ta yaşayan Solomon Northup’ın kaçırılıp, köle olarak satılması ve 12 yıl süren kölelik yaşamı üzerine çekilmiş biyografik bir film. Hayatını müzisyen olarak, iki çocuğu ve eşiyle özgür bir şekilde sürdüren Solomon Northup, iki kişi tarafından kandırılmış ve bir günde hayatı alt üst olmuştur.
Başından sonuna kadar kendinizi başrolün yerine koyacağınız bu filmde, ırkçılık, şiddet, işkence, çaresizlik, kabullenme ve hayata tutunmak için gösterilen tüm mücadeleyi derinden hissediyorsunuz. Ayrıca gerçekçi ve sert yaklaşımıyla, seyri zor ve duygusal açıdan yıpratıcı bir film...
Yalnızca “özgürlükler ülkesi” Amerika’nın değil, dünya tarihinin kara lekesi ve utanç kaynağı olan köleliği anlatan bu filmde; köle sahibi beyazların sapkın zihinlerine odaklandığınızda, bir insanın mal gibi görülüp ona sahip olma düşüncesinin akli dengeleri nasıl bozduğunu görüyorsunuz. Kölelerine iyi davranmakla övünenler veya vicdan azabı duyduğunu itiraf edenler dahi, var olan sisteme uyum sağlayarak bu sapkınlığın bir parçası olduklarının farkında değiller ne yazık ki.
Köle olarak doğup büyüyenler özgürlüğün ne demek olduğunu bilmedikleri için büyüdükleri çember içerisinde öğrenilmiş çaresizlik örneği göstermektedirler. Solomon Northup’ı diğer kölelerden ayıran en büyük özelliği ise yaşamının ilk yıllarında köleliği bilmemesi... Özgür yaşantısında sadece müziği ve ailesiyle ilgilenen Solomon’un, halkının köle olarak yaşam sürmesi her ne kadar onu rahatsız etmese de, ardından köle olması ironik ve hikayeye mücadele anlamında katkısını gösteriyor.
Beyaz perdede gördüklerimizi ve hissettiklerimizi birebir yaşarken; aynı anda bizden çok uzakmış gibi gelse de, aslında hepimiz kapitalist sistemin modern köleleriyiz. Filmde, sahibinden korktuğu için ağzını açamayan, hakkını arayamayan, her söylenileni yapmak zorunda olan kişiler, şiddetle ve belki de ölümle yüz yüze gelmemek için sahiplerinin istediği şekilde, karın tokluğuna, insani olmayan şartlarda kölelik yaşamını sürdürüyorlar.
Film bittiğinde; “Tüm bunlara ne gerek vardı!” “İnsanlar birbirlerine nasıl bu kadar acımasız olabildiler?” diye sorduruyor insana.
Özellikle Northup’ın şu sözü her şeyi özetleyecek bir biçimde: “Ben hayatta kalmak değil, yaşamak istiyorum.”
Solomon Northup’ın 1853 yılında yazdığı ve kendi hikayesini anlattığı romanından uyarlanan film, 2014 Oscar ödüllerinde En İyi Film, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü kazanmıştır. Senaryosu sağlam, müziklerin, yönetmenliğin ve oyunculukların tek tek iyi olduğu bu film, aldığı ödülleri sonuna kadar hak etse de bu ödüllerin verilme nedenlerinden birinin de “günah çıkarma” olduğu düşünülebilir.