|
|
|
The workers of Turkey, Greece and Cyprus have nothing to gain by the latest escalation of the dispute in the Mediterranean over Exclusive Economic Zones. On the contrary, we all have much to lose if this becomes a military confrontation.
The promises of our ruling classes that exploration for oil and natural gas in the sea will bring prosperity are false. It only brings super profits for the energy multinationals like Exxon, Total and ENI, it worsens the contribution of fossil fuels to climate change and it exacerbates the rivalries between imperialist and local powers in the area.
These rivalries are reactionary on all sides. The attempts by our governments to present their actions as “defense of the homeland” are not true and this is shown very clearly by the fact that the Erdogan and Mitsotakis governments are supporting different forces fighting in Libya. Bengazi is not part of a Greek “homeland”, Tripoli is not part of a Turkish “homeland”.
A just solution will not come through the mediation of NATO, the EU or the UN. These international organizations are not “independent brokers” of peace and justice, they are agents of imperialist intervention by military, economic and diplomatic means. This has been proved time and again in every country in the region, from Syria to Yemen and from Afghanistan to the Atlantic ocean, including Cyprus.
The alternative to such “mediation” is not preparation for war. We oppose the attempts by opposition parties to outdo the governments in nationalist rhetoric and an escalation in the arms race. Such policies create openings for the far right and the fascists to grow. It is unacceptable for sections of the left to demand the imposition of sanctions by the EU, to threaten with more frigates in the Aegean or around Cyprus, or to support the repression of the Kurdish people.
The only guarantee for peace and justice is the escalation of workers struggles. We draw inspiration from the global wave of revolts from Chile to Lebanon and from Sudan to France. We raise immediate demands for:
An end to all imperialist interventions in the region. Greece and Turkey out of NATO, shut down all military bases (Incirlik, Souda, Akrotiri) in Cyprus, Greece and Turkey.
An end to explorations and drilling for oil and gas in the Mediterranean. Fossil fuels should stay at the bottom of the sea.
An end to the arms race. Stop spending for fighter planes, frigates or missiles whether from the West or Russia.
Open the borders for refugees. The people who flee war and hunger are welcome. Asylum and shelter for all. End the policies of “fortress Europe”, end the anti-migrant agreements of the EU with Libya and Turkey that humiliate migrants and consider them as an element of blackmailing.
Turkish and Greek workers in Cyprus have the right to decide the future of their island without outside interventions.
The workers in Greece, Turkey and Cyprus have a rich tradition of fighting against the sacrifices imposed on them by the long drawn out crisis of capitalism. Building the movements for the demands against austerity and exploitation alongside our internationalist demands can create a powerful force for a better future. Our organizations are committed to the revolutionary tradition of opposing imperialist war and to the fight for international socialism. We urge all peace-loving people to join in this common effort.
Socialist Workers Party – Greece (SEK – Sosialistiko Ergatiko Komma)
Revolutionary Socialist Workers Party – Turkey (DSİP – Devrimci Sosyalist İşçi Partisi)
Workers Solidarity – Cyprus (Ergatiki Dimokratia)
Türkiyeli, Yunanistanlı ve Kıbrıslı işçilerin son günlerde Akdeniz’de Özel Ekonomik Bölgeler üzerine yaşanan gerginliğin artmasından hiçbir çıkarı yok. Tersine, eğer bu gerginlik bir askeri çatışmaya dönüşürse hepimizin kaybedeceği çok şey var.
Egemen sınıflarımızın, denizde petrol ve doğalgaz arama çalışmalarının zenginlik getireceği vaatleri doğru değil. Bu çalışmalar sadece Exxon, Total ve ENI gibi çokuluslu enerji şirketlerinin süper karlar elde etmelerini sağlayacak, fosil yakıtların iklim değişikliğini daha olumsuz şekilde etkilemesine neden olacak ve bölgede emperyalist ve yerel güçler arasında yaşanan rekabeti alevlendirecek.
Bu rekabetin bütün tarafları gerici. Hükümetlerimizin, eylemlerini ‘anavatanın savunulması’ olarak sunma girişimlerinin doğru olmadığını, Erdoğan ve Mitsotakis hükümetlerinin Libya’da birbirleriyle savaşan farklı grupları desteklemeleri açıkça kanıtlıyor. Bingazi, Yunanistan ‘anavatanın’ ve Trablus da Türkiye ‘anavatanının’ bir parçası değil.
Adil bir çözümü sağlayacak olan NATO’nun, AB’nin ya da BM’in aracılığı değil. Bu uluslararası örgütler, bağımsız barış ve adalet aracıları değil, askeri, ekonomik ve diplomatik araçlar yoluyla emperyalist müdahalelerde bulunan kurumlar. Bu, bölgede Suriye’den Yemen’e ve Afganistan’dan Atlantik Okyanusu’na ve Kıbrıs’a kadar her yerde defalarca kanıtlandı.
Ancak böyle bir “aracılığın” alternatifi savaş hazırlığı değil. Muhalefet partilerinin, hükümetlerden daha fazla milliyetçi söylem kullanma girişimlerine ve silahlanma yarışına karşıyız. Bu tür politikalar, aşırı sağa açılım yapma fırsatı sağlıyor ve faşistlerin büyümesine neden oluyor. Solun çeşitli fraksiyonlarının, AB’den yaptırım uygulamasını talep etmesi ya da Ege ya da Kıbrıs çevresine daha çok fırkateyn yerleştirme tehdidinde bulunması ya da Kürt halkına baskı uygulanmasını desteklemesi de kabul edilemez.
Barış ve adaletin tek garantisi işçi mücadelesinin yükselmesi. Bizler, Şili’den Lübnan’a ve Sudan’dan Fransa’ya kadar küresel ayaklanma dalgasından ilham alıyoruz. Acilen şunları talep ediyoruz:
Bölgedeki emperyalist müdahalelere derhal son verilmelidir. Yunanistan ve Türkiye NATO’dan ayrılmalıdır, Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiyedeki bütün askeri üslerini (İncirlik, Souda, Akrotiri) kapatmalıdır.
Akdeniz’de petrol ve gaz arama ve çıkarma çalışmalarına derhal son verilmelidir. Fosil yakıtlar denizen derinliklerinde kalmaya devam etmelidir.
Silah yarışına son verilmelidir. Batı’dan ya da Rusya’dan savaş uçağı, fırkateyn ya da füze alarak yapılan harcamalara son verilmelidir.
Sınırlar mültecilere açılmalıdır. Savaştan ve açlıktan kaçan insanlar hoşgeldiler. Herkese koruma ve barınak sağlanmalıdır. Avrupa’yı bir kaleye çevirme politikalarına ve AB'nin Libya ve Türkiye ile yaptığı ve göçmenleri şantaj öğesi olareak gören ve aşağılayan göçmen karşıtı anlaşmalara son!
Kıbrıs’taki Türk ve Yunan işçiler, dışarıdan bir müdahale olmadan kendi adalarının geleceğine kendileri karar verme hakkına sahiptir.
Yunanistan, Kıbrıs ve Türkiye işçileri, kapitalizmin uzun süreli krizi nedeniyle kendilerine dayatılan fedakarlıklara karşı mücadele etme konusunda zengin bir deneyime sahipler. Uluslararası taleplerimizin yanı sıra kemer sıkma politikalarına ve sömürüye karşı talepler etrafında hareketler inşa etmek daha iyi bir gelecek için güçlü bir etki yaratabilir. Örgütlerimiz, emperyalist savaşa karşı çıkma ve uluslararası sosyalizm için mücadele etme devrimci geleneğine bağlıdır. Bizler, barış yanlısı herkesi bu ortak mücadeleye katılmaya çağırıyoruz.
Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP), Türkiye
Sosyalist İşçi Partisi (SEK), Yunanistan
İşçİ Demokrasİsİ, Kibris
Οι εργάτες στην Τουρκία, την Ελλάδα και την Κύπρο δεν έχουν τίποτε να κερδίσουν από τη νέα κλιμάκωση της διαμάχης στη Μεσόγειο για τις Αποκλειστικές Οικονομικές Ζώνες. Αντίθετα, έχουν πολλά να χάσουν αν η διαμάχη εξελιχθεί σε στρατιωτική αναμέτρηση.
Οι υποσχέσεις που μοιράζουν οι άρχουσες τάξεις ότι οι έρευνες για πετρέλαιο και φυσικό αέριο θα φέρουν ευημερία είναι ψεύτικες. Το μόνο που φέρνουν είναι υπερκέρδη για τις πολυεθνικές της ενέργειας όπως οι Exxon, Total και ENI, ενώ χειροτερεύουν την επίδραση των ορυκτών καυσίμων στην κλιματική αλλαγή και οξύνουν τους ανταγωνισμούς ανάμεσα στις ιμπεριαλιστικές και τις τοπικές δυνάμεις της περιοχής.
Αυτοί οι ανταγωνισμοί είναι αντιδραστικοί από όλες τις πλευρές. Οι απόπειρες των κυβερνήσεων να εμφανίσουν τις δράσεις τους ως «υπεράσπιση της πατρίδας» δεν είναι αληθινές και αυτό φαίνεται πολύ καθαρά από το γεγονός ότι οι κυβερνήσεις Ερντογάν και Μητσοτάκη στηρίζουν αντίπαλες δυνάμεις που πολεμούν στη Λιβύη: η Βεγγάζη δεν είναι τμήμα κάποιας ελληνικής πατρίδας, η Τρίπολη της Λιβύης δεν είναι τμήμα κάποιας τουρκικής πατρίδας.
Μια δίκαιη λύση δεν πρόκειται να έρθει μέσα από μεσολάβηση του ΝΑΤΟ, της ΕΕ ή του ΟΗΕ. Αυτοί οι διεθνείς οργανισμοί δεν είναι «ανεξάρτητοι μεσολαβητές» υπέρ της ειρήνης και της δικαιοσύνης, είναι φορείς ιμπεριαλιστικών επεμβάσεων με στρατιωτικά, οικονομικά και διπλωματικά μέσα. Αυτό έχει αποδειχθεί ξανά και ξανά σε κάθε χώρα της περιοχής, από τη Συρία ως την Υεμένη και από το Αφγανιστάν μέχρι τον Ατλαντικό περνώντας και από την Κύπρο.
Η εναλλακτική λύση απέναντι σε τέτοιες «μεσολαβητικές προσπάθειες» δεν είναι οι πολεμικές προετοιμασίες. Είμαστε αντίθετοι στις απόπειρες κομμάτων της αντιπολίτευσης να υπερκεράσουν τις κυβερνήσεις σε εθνικιστική ρητορική και σε κλιμάκωση των εξοπλισμών. Τέτοιες πολιτικές δημιουργούν ανοίγματα για την ανάπτυξη της ακροδεξιάς και των φασιστών. Είναι απαράδεκτο τμήματα της Αριστεράς να απαιτούν την επιβολή κυρώσεων από την ΕΕ, να απειλούν με περισσότερες φρεγάτες στο Αιγαίο ή γύρω από την Κύπρο ή να στηρίζουν την καταστολή των Κούρδων.
Η μόνη εγγύηση για ειρήνη και δικαιοσύνη είναι η κλιμάκωση των εργατικών αγώνων. Αντλούμε έμπνευση από το παγκόσμιο κύμα εξεγέρσεων, από τη Χιλή μέχρι τον Λίβανο και από το Σουδάν μέχρι τη Γαλλία. Προβάλλουμε άμεσα αιτήματα για:
Τερματισμό όλων των ιμπεριαλιστικών επεμβάσεων στην περιοχή. Έξω η Ελλάδα και η Τουρκία από το ΝΑΤΟ, να κλείσουν όλες οι στρατιωτικές βάσεις (Ιντσιρλίκ, Σούδα, Ακρωτήρι) στην Κύπρο, την Ελλάδα και την Τουρκία.
Τερματισμό των ερευνών και των εξορύξεων για πετρέλαιο και φυσικό αέριο στη Μεσόγειο. Τα ορυκτά καύσιμα πρέπει να μείνουν στο βυθό της θάλασσας.
Τερματισμό του αγώνα δρόμου των εξοπλισμών. Όχι δαπάνες για μαχητικά αεροπλάνα, φρεγάτες ή πυραύλους είτε από τη Δύση είτε από τη Ρωσία.
Ανοίξτε τα σύνορα για τους πρόσφυγες. Οι άνθρωποι που τρέχουν να ξεφύγουν από τον πόλεμο και την πείνα είναι καλοδεχούμενοι. Άσυλο και στέγη για όλους. Τέλος στις πολιτικές της «Ευρώπης-φρούριο», τέλος στις αντιμεταναστευτικές συμφωνίες της ΕΕ με την Τουρκία και τη Λιβύη που εξευτελίζουν τους μετανάστες και τους μετατρέπουν σε πιόνια για εκβιασμούς.
ΟΙ τουρκοκύπριοι και ελληνοκύπριοι εργάτες στην Κύπρο έχουν το δικαίωμα να αποφασίσουν το μέλλον του νησιού τους χωρίς εξωτερικές επεμβάσεις.
Οι εργάτες στην Ελλάδα, στην Τουρκία και την Κύπρο έχουν πλούσια παράδοση αγώνων ενάντια στις θυσίες που τους έχει επιβάλει η μακρόσυρτη κρίση του καπιταλισμού. Χτίζοντας τα κινήματα για τις διεκδικήσεις ενάντια στη λιτότητα και την εκμετάλλευση ταυτόχρονα με τα διεθνιστικά αιτήματά μας μπορούμε να δημιουργήσουμε μια πανίσχυρη δύναμη για ένα καλύτερο μέλλον. Οι οργανώσεις μας δεσμεύονται από την επαναστατική παράδοση ενάντια στους ιμπεριαλιστικούς πολέμους και υπέρ της πάλης για διεθνή σοσιαλισμό. Καλούμε όλους τους φίλους της ειρήνης να βαδίσουμε μαζί σε αυτή την κοινή προσπάθεια.
Εργατική Δημοκρατία (Κύπρος)
DSIP (Τουρκία)
ΣΕΚ (Ελλάδα)
Το Υπουργικό Συμβούλιο στις 27.11.2019, αποφάσισε να προχωρήσει χωρίς καμία διαβούλευση είτε με εμπλεκόμενους φορείς στην Κύπρο είτε με την ίδια την Ευρωπαϊκή Ένωση / Επιτροπή (ΕΕ) στην τροποποίηση του Κώδικα για την εφαρμογή του Κανονισμού της Ευρωπαϊκής Επιτροπής (866/2004/ΕΚ) για την Πράσινη Γραμμή. Σύμφωνα με την απόφαση αυτή:
Η ΚΙΣΑ εκτιμά ότι η κυβέρνηση όφειλε να ενημερώσει τόσο την κυπριακή κοινωνία όσο και την ΕΕ για τις προτιθέμενες αλλαγές στο Κώδικα εφαρμογής του κανονισμού της πράσινης γραμμής. Δεν είναι τυχαίο που η ΕΕ ήδη έχει εκφράσει την ανάγκη έγκρισης των όποιων τροποποιήσεων.
Η ΚΙΣΑ θεωρεί ότι η απόφαση περιορισμού ή και απαγόρευσης της διέλευσης των νόμιμα διαμενόντων μεταναστών μέσω της πράσινης γραμμής συνιστά απαγορευμένη διάκριση και δεν επιτρέπεται από τον ίδιο το Κανονισμό της Ε.Ε. και ως εκ τούτου υπάρχει άμεση παραβίαση του ίδιου του Κανονισμού.
Από νομικής πλευράς η κυβέρνηση έχει δικαίωμα να επιβάλει καθολικούς ελέγχους εξακρίβωσης της ταυτότητας προσώπων που διέρχονται της γραμμής. Αφού όμως αποφάσισε μετά από 15 χρόνια να εφαρμόσει πιστά τον Κανονισμό, θα έπρεπε να το πράξει μετά από τη δημιουργία των απαραίτητων δομών και την ανάλογη αύξηση προσωπικού στα σημεία διέλευσης ώστε να διασφαλιστεί η απρόσκοπτη διακίνηση των διερχόμενων προσώπων. Η άμεση εφαρμογή των πιο πάνω ελέγχων χωρίς τη δημιουργία όλων των πιο πάνω, συνιστά δυσανάλογους περιορισμούς και προσκόμματα στην ελεύθερη διακίνηση προσώπων από τη γραμμή.
Η ΚΙΣΑ καταδικάζει επίσης την προσπάθεια της κυβέρνησης να συνδέσει παραπλανητικά και λαϊκίστικα τις αλλαγές με την διαχείριση της αύξησης των αιτήσεων ασύλου, την άτυπη μετανάστευση και την ασφάλεια για σκοπούς εντυπωσιασμού και εσωτερικής κατανάλωσης αφού σύμφωνα με το σημείο 2 (δ) της απόφασης «υπήκοοι τρίτων χωρών …δεν επιτρέπεται να διέρχονται τη γραμμή … εκτός εάν αιτηθούν άσυλο». Τα προτεινόμενα μέτρα που η κυβέρνηση συνέδεσε με τις αυξημένες προσφυγικές ροές προς την Κύπρο, λόγω των πολέμων που συνεχίζουν να επικρατούν στην περιοχή, αντικειμενικά δεν μπορούν να επιφέρουν τα επιδιωκόμενα από την Κυβέρνηση αποτελέσματα (μείωση προσφυγικών ροών), αφού κανένας δεν μπορεί να περιορίσει το δικαίωμα ασύλου το οποίο αποτελεί θεμελιώδες δικαίωμα σύμφωνα με τον Χάρτη Θεμελιωδών Δικαιωμάτων της Ε.Ε.
Η κυβέρνηση αντί να ζητήσει την αρωγή της ΕΕ για να μπορέσει να ανταποκριθεί στις σοβαρές πιέσεις που δέχεται σήμερα το σύστημα ασύλου και η υποδοχή αιτητών ασύλου στη Κύπρο θα σπαταλήσει ευρωπαϊκούς και εθνικούς πόρους στους ελέγχους της γραμμής και ταλαιπωρία των νόμιμα διαμενόντων μεταναστών και κυπρίων στα οδοφράγματα.
Η ΚΙΣΑ εκτιμά ότι η νέα πρακτική εμπεριέχει σημαντικούς κινδύνους ιδίως στο Κυπριακό αφού από την μια δυσκολεύει την επικοινωνία και επαφή μεταξύ των ελεγχόμενων και μη ελεγχόμενων από την κυβέρνηση περιοχών και από την άλλη προσδίδει στη πράσινη γραμμή χαρακτήρα σκληρού εξωτερικού συνόρου, οδηγώντας σε εμβάθυνση της διαίρεσης της χώρας μας, τη στιγμή που στόχος του Κανονισμού είναι η διευκόλυνση της διακίνησης προσώπων και της συνεργασίας μεταξύ των δύο κοινοτήτων.
Τέλος η ΚΙΣΑ θεωρεί ότι η συμπερίληψη του Υπουργείου Άμυνας στην Υπουργική Επιτροπή για τη μετανάστευση και το άσυλο, επισημοποιεί την πολιτική της ‘ασφαλειοποίησης’ (securitisation) της μετανάστευσης και του ασύλου μια πολιτική η οποία έχει συμβάλει σημαντικά στην υπόθαλψη του ρατσισμού και την αύξηση ακροδεξιών και νεοναζιστικών οργανώσεων στην Ευρώπη.
Η ΚΙΣΑ προτίθεται σε συνεργασία και με άλλες οργανώσεις της κοινωνίας των πολιτών, να κινηθεί με κάθε νόμιμο τρόπο, περιλαμβανόμενης και της υποβολής έκθεσης/καταγγελίας σε Ευρωπαϊκούς και διεθνείς οργανισμούς και φορείς κατά των νέων αυτών μέτρων.
Διοικητικό Συμβούλιο
|
|
«Δέστε αυτούς τους «προνομιούχους» της ΑΗΚ της CYTA που έχουν το «θράσος» να ζητούν να διατηρήσουν τα ταμεία Υγείας τους». «Έχουν το ΓΕΣΥ όπως όλοι μας και θέλουν και άλλο ΓΕΣΥ». Αυτά ακούμε καθημερινά να λένε ξεδιάντροπα οι της ΟΕΒ και του ΚΕΒΕ και να τα επαναλαμβάνουν σαν τα παπαγαλάκια ορισμένοι δημοσιογράφοι στα ΜΜΕ.
Ποιοι είναι στην πραγματικότητα αυτοί οι «προνομιούχοι»; Είναι αυτοί που εργάζονται στα ύψη, στις κολόνες ή στα υπόγεια σε φρεάτια μέσα σε υγρασίες ή ψηλές θερμοκρασίες. Είναι αυτοί που τρέχουν να αποκαταστήσουν βλάβες μέσα σε δύσκολες και επικίνδυνες συνθήκες, όπου όλοι μας το μόνο που λέμε είναι πότε θα έρθει το ηλεκτρικό ή το ίντερνετ. Είναι αυτοί που στα 50 - 55 τους έχουν το προνόμιο να πάσχουν από δισκοπάθειες, κοίλες, αρθρίτιδες, φλεβίτιδες και ένα ποσοστό που εργάζονταν σε σταθμούς έχουν χάσει ένα μέρος της ακοής τους. Γι’ αυτό και στους οργανισμούς αυτούς τους βγάζουν πρόωρα σε σύνταξη. Αφού τους ξεζουμίσουν καλά – καλά παίρνουν νέους σαν έκτακτους με 980 ευρώ, και χωρίς ωφελήματα πια, αφού με πρόσχημα την εξίσωση με τον ιδιωτικό τομέα κατάφεραν και τα έκοψαν όλα.
Στα ταμεία υγείας σε αυτούς τους οργανισμούς υπάρχει μια εισφορά του εργοδότη γύρω στο 5% με 6%. Αυτό ήταν αποτέλεσμα της πίεσης- επιμονής της κυβέρνησης και των εργοδοτών να μη παραχωρήσουν γενικές μισθολογικές αυξήσεις στα πλαίσια των συλλογικών συμβάσεων . Έτσι και οι συνδικαλιστικές ηγεσίες για να καταφέρουν να περάσουν κάθε φορά την Συλλογική Σύμβαση από τις συνελεύσεις, αντάλλασαν τις μισθολογικές αυξήσεις, με αύξηση της εισφοράς της εργοδοσίας στο Ταμείο Υγείας παρουσιάζοντας το σαν επιτυχία για να έχουμε επιτέλους «δωρεάν» περίθαλψη. Πράγμα που ποτέ δεν είχαμε. Αυτά τα λεφτά λοιπόν είναι λεφτά των εργαζομένων. Αν δεν συνεχίσουν να υπάρχουν αυτά τα ταμεία υγείας ο μόνος ωφελημένος θα είναι η εργοδοσία. Ο φορολογούμενος δεν θα κερδίσει τίποτα, ούτε μείωση των φορολογιών θα υπάρξει, ούτε μείωση των τιμών στα τιμολόγια του ρεύματος ή του τηλεφώνου. Στην ουσία η εργοδοσία θα γλιτώσει πάνω από τα μισά που εισφέρει τώρα. Αντίθετα οι εργαζόμενοι θα χάσουν ένα σημαντικό ποσό που έχει προέλθει από παροχές έναντι των αυξήσεων που δεν πήραν εδώ και χρόνια. Επιπλέον κάθε εργαζόμενος σε αυτούς τους οργανισμούς θα πληρώνει από το Ιούλιο του 2020 επιπλέον 2,65% του μισθού του..
Αν σκεφτούμε μάλιστα ότι σήμερα που ισχύει το ταμείο Υγείας και έχουν και πρωτοβάθμια ιατρική περίθαλψη μέσω του ΓΕΣΥ, μια μεγάλη μερίδα εργαζομένων στους οργανισμούς αυτούς πληρώνει κάθε μήνα 30 και 50 ευρώ σαν υπερβάσεις του ταμείου Υγείας η ζημιά για τους εργαζόμενους είναι ακόμη πιο μεγάλη. Οι υπερβάσεις στα έξοδα ιατροφαρμακευτικής περίθαλψης προέκυψαν επειδή είχαν τόσα προβλήματα υγείας που αναγκάστηκαν να ξεπεράσουν το όριο που κάλυπτε ο εργοδότης.
Αυτά μάλιστα την ώρα που το ΓΕΣΥ είναι κουτσουρεμένο και δεν καλύπτει οδοντιατρικά οφθαλμολογικά, δεν καλύπτει συγκεκριμένα φάρμακα και κάποιες εξετάσεις ούτε παρέχει την δυνατότητα για προληπτική ιατρική, ενώ υπάρχουν κλινικές με ένα ειδικό γιατρό και άλλοι κλάδοι με πολλές ελλείψεις σε ειδικούς γιατρούς.
Διαίρει και βασίλευε
Αυτή η διάσπαση σε «προνομιούχους» εργαζόμενους και μη δεν είναι νέα. Χρονολογείται από παλιά. Στόχο έχει να αποδυναμώσει τους μαζικούς και δυνατούς κλάδους των εργαζομένων ώστε από την μια να καταφέρει να πάρει πίσω τα όποια ωφελήματα μπορεί, όπως το κουτσούρεμα της ΑΤΑ, την κατάργηση των ταμείων προνοίας, την κατάργηση των προσαυξήσεων ή να εφαρμόσουν ελαστικά ωράρια κλπ. Και από την άλλη να σταματήσουν να αποτελούν το «κακό» παράδειγμα για τους κλάδους του ιδιωτικού τομέα, με το επιχείρημα πως «αν οι εργαζόμενοι του δημόσιου της ΑΗΚ και της CYTA που είναι τόσο μαζικοί και δυνατοί δεν πήραν αυξήσεις πώς θέλετε να πάρετε εσείς ενός μικρού απομονωμένου κλάδου.
Στην πραγματικότητα αυτή η διάσπαση χτυπά όλους τους εργαζόμενους αλλά κύρια αυτούς του ιδιωτικού τομέα. Η εξίσωση προς τα κάτω, δηλαδή στα χαμηλά μεροκάματα και ωφελήματα τους μόνους που ωφελεί είναι τους εργοδότες . Οι περικοπές στους εργαζόμενους του δημόσιου δεν μετατρέπονται ούτε σε μείωση των φορολογιών, ούτε σε καλύτερες υπηρεσίες, ούτε σε κοινωνικές παροχές, ούτε φυσικά οδηγούν σε αύξηση των μισθών του ιδιωτικού τομέα. Αντίθετα ανοίγουν τον δρόμο στους εργοδότες για μεγαλύτερες περικοπές στους εργαζόμενους του ιδιωτικού τομέα που είναι πολύ πιο αδύνατοι.
Αυτή η διάσπαση εξυπηρετεί ακόμη ένα σκοπό. Είναι μέρος του σχεδίου της κυβέρνησης και των εργοδοτών για να περάσουν τις ιδιωτικοποιήσεις κερδοφόρων οργανισμών όπως η ΑΗΚ και η CYTA στους κερδοσκόπους της αγοράς. Με τις περικοπές και τις μειώσεις ωφελημάτων και μισθών καταφέρνουν να παρουσιάζουν κέρδη και πλεονάσματα ώστε αυτοί οι οργανισμοί να είναι ελκυστικοί στόχοι για τους «επενδυτές» και με όσο γίνεται λιγότερες υποχρεώσεις. Θέλουν να τους ξεπουλήσουν και αυτούς στους ημέτερους όπως έκαναν με το λιμάνι Λεμεσού και με τις Κυπριακές Αερογραμμές, και όλοι είδαμε ότι ούτε τα εισιτήρια έγιναν πιο φθηνά ούτε οι υπηρεσίες βελτιώθηκαν. Αντίθετα αυξήθηκαν και οι τιμές των εισιτηρίων και τα προβλήματα όπως φάνηκε με τις πρόσφατες κινητοποιήσεις που έκλεισαν το λιμάνι Λεμεσού.
Οι εργαζόμενοι στην ΑΗΚ προχώρησαν σε δίωρη στάση εργασίας και δέχτηκαν τα πυρά των εργοδοτών και της Κυβέρνησης. Δεν πρέπει να μείνουν μόνοι τους. Παλεύουν για όλους μας, υπερασπίζονται τις δημόσιες υπηρεσίες, τα εργατικά δικαιώματα και διεκδικούν πλήρη ιατροφαρμακευτική φροντίδα, Θα πρέπει να σταθούμε όλοι στο πλάι τους. Θα πρέπει όμως και οι ίδιοι να συντονίσουν την δράση τους με τους εργαζόμενους στην CYTA και άλλους ημικρατικούς που αντιμετωπίζουν τα ίδια προβλήματα και να γενικεύσουν τα αιτήματα τους για ένα πραγματικό ΓΕΣΥ που να παρέχει ΠΛΗΡΗ και ΔΩΡΕΑΝ ιατρική περίθαλψη και φροντίδα για κάθε εργαζόμενο.
Νίκος Αγιομαμίτης
Πρόωρα αφυπηρετήσας «προνομιούχος» της CYTA που πληρώνει κάθε μήνα για υπέρβαση του ταμείου υγείας.
The following link contains a PDF file we received archiving incidents of Fascist, Racist, Xenophobic and Migrant/Refugee Exploitation in the Republic of Cyprus in the period 1993-2019 from various sources.
Φασισμός, Ξενοφοβία, Εκμεταλλευση και Ρατσιστική Βία στην Κύπρο - Έκτη Έκδοση
Language of Sources: Greek, some English. Language of Title - Table of Contents: Greek, Greek/Englsih.
|
Το link περιέχει αρχείο PDF που μας στάλθηκε, που αρχειοθετεί περιπτώσεις φασισμού, ξενοφοβίας, εκμετάλλευσης μεταναστών/τριών και προσφύγων στην Κυπρο την περίοδο 1993-2019 από διάφορες πηγές.
Φασισμός, Ξενοφοβία, Εκμεταλλευση και Ρατσιστική Βία στην Κύπρο - Έκτη Έκδοση
Γλώσσα πηγών: Ελληνικά, Αγγλικά. Γλώσσα Τίτλου, Περιεχομένων: Ελληνικά, Ελληνικά/Αγγλικά.
|
Dinos Agiomamitis speech at the conference "The Left and the Cyprus Issue 2019"
Many supporters of a solution to the Cyprus problem through a negotiated and agreed settlement believed that Anastasiadis who led the Yes platform in the 2004 referendum would be the one to succeed. Especially after the election of Akıncı who was also a staunch supporter of this perspective.
Unfortunately, these expectations turned to dust most tragically after the collapse of the talks at Crans-Montana and what followed. Disappointment and despair dominate the last two years. We see people literally lamenting and repeating in despair, ‘nothing is done’, ‘everything is finished’, ‘the division has become permament’ and the like.
Many wonder why Anastasiadis switched his views like this and try to give some explanation by attributing it either to alcohol (it is known that he was drunk at some meetings) or to personal interests and those close to him or to Russian oligarchs he serves through his office and such like. All of this may be true, but they are not enough to explain his attitude. Anastasiadis does not rule alone, he represents an elite, the Greek Cypriot bourgeoisie, in fact its most powereful section.
So what's going on? The first thing to say is that Anastasiadis' Yes for the Annan plan in 2004 has nothing to do with either a peaceful disposition or any desire for rapprochement with the Turkish Cypriots. It was a insincere Yes to a plan that initially gave back to the Greek Cypriots many of the loses they suffered in the '74 war while at the same time leaving plenty of room for them to use their economic and political supremacy to regain domination over the Turkish Cypriots.
Not to partnership
The Greek Cypriot bourgeoisie, in its entirety, whether for or against a solution, ready to compromise or not, despite any tactical disagreements they may have, never accepted the possibility of ever sharing political power or the island’s resources with the Turkish Cypriots. Every deal they made was seen as an intermediate step towards their ultimate goal that of Enosis (union with Greece). When this was no longer possible, their aim changed to establishing their domination on the island while marginalising and at a later stage eliminating their Turkish Cypriot opponents.
This policy the Greek Cypriot elite followed consistently. The existence of similar policies on the other side, that of the Turkish and Turkish Cypriot elite does not negate the fact that the Greek Cypriot side was the first to formulate such aims. The role of the Turkish and the Turkish Cypriot elites has already been analysed in previous speaches by our Turkish Cypriot comrades and I thank them for that. I will confine myself in exposing our elite.
The first to adopt this doctrine was Makarios who never accepted to share power in partnership with the Turkish Cypriots as specified by the Zurich agreement which he signed. For Makarios, the Zurich agreements were but an intermediate stage in order to gain self-determination. But let us hear him in his own words in a letter he wrote to George Papandreou, then Prime Minister of Greece, on March 1, 1964: “Our aim Mr President is the elimination of the Zurich and London agreements so that the Greek people of Cyprus without any restrains and in agreement with the Motherland will determine their future. I am the signatory of these agreements ... but not for a moment believed these agreements to be the basis of a permanent regime."
Likewise, Makarios’ associates in articles they wrote in the summer of '63 said that: “no one accepts the Zurich Agreement as an end… And Cyprus must now move from Zurich to self-determination”.
Following this policy, Makarios refused to apply the provision of the Constitution for separate Municipalities, the provision for a 70% - 30% share in public service and provisions on taxation. Eventually he attempted to amend the Constitution with the 13 points he proposed in his autumn ' 63. When the Turkish Cypriots refused, conflicts broke out.
Through the developments of '63 - '64, Makarios and the Greek Cypriot elite managed to gain control of the state and isolated Turkish Cypriots in only 4.8% of the territory. They were so arrogant and intransigent that, when the Turkish Cypriots accepted almost all 13 points in the talks in '72, they themselves refused this time, as Glafkos Clerides admits in his "Testimony".
Constitutional concessions
After the defeat of '74 the Greek Cypriot bourgeoisie adopt what they termed a painful compromise and accepted a Bi-zonal, Bi-communal Federation as a form of state entity for the new partnership state to emerge after an agreement is signed. But very soon the Greek Cypriot bourgeoisie begin scheming on how they will use any new agreement as an intermediate stage on the way to re-establishing their domination over the Turkish Cypriots and to turn them from proper partners into poor associates.
Through the use of the cheap labour force of refugees and taking advantage of the destruction of Lebanon, within a short time after the war, the ruling class managed to build what they called an economic miracle. At the same time as the official administrator of the Republic of Cyprus throughout this period the Greek Cypriot ruling class with its international links and alliances is in a position to make these plans.
Christophis Economides, a member of DISY and the Cyprus Chamber of Commerce and Industry in September 1978, expresses these plans in characteristic manner when he suggests: "Before it’s too late we must shift the Greek-Turkish competition from its military form where the Turks have the advantage ... to the peaceful form, in which without doubt we have economic superiority."
Economides continues to argue that such "painful" policies and constitutional concessions are needed in order to reach an agreement. He points out that these concessions, necessitate that: "The conditions of social life and progress are set aside as well as constitutional welfare that stands in the way of progress, as long as this is done gradually, peacefully and silently. Let us not be in a hurry to remove from any agreement that which in practice leads to stagnation. Cyprus as an independent state, irrespective of the degree of local autonomy for the Turkish Cypriots, will in practice be governed politically and financially by the Greeks. "
I do not think anyone could better describe how the Greek Cypriot economic elite views the Bi-zonal, Bi-communal Federation. This is in essence what some later called the "Clerides School". It’s a real politic approach adapted to the new conditions and what is possible. It has nothing to do with either peace or rapprochement with the Turkish Cypriots. On the contrary, it hides a post-war policy aimed at the domination of the Greek Cypriot bourgeoisie, as with Zurich but this time without haste and dangerous acrobatics - they have learned their lesson from the previous mistakes.
Of course, this presupposes that the Greek Cypriot bourgeoisie has a clear financial superiority over the Turkish Cypriots. Until 2004 this was a given. The economic miracle has brought enormous growth and wealth, especially for big capitalists who expanded into exports to Arab countries. On the contrary, the situation in the north between 1974 and 2004 saw few changes in the economy, despite occupying and controlling a large part of the wealth-producing sector and tourist areas. The embargo and blockade had worked quite effectively until that time.
Additionally, the international recognition of the Republic of Cyprus, which was essentially a Greek Cypriot state, gave the Greek Cypriot ruling class a clear advantage over the TRNC, which had virtually no international status.
Of course, such thoughts and plans dominated only among large Greek Cypriot capital. In contrast, smaller capitalists and parties like the church, the hoteliers of Paphos and Limassol would be among the losers of such a compromise deal as the Bi-zonal, Bi-communal Federation. This is the basis of the conflict between the rejectionists and the compromisers. (There is a comprehensive analysis of this issue in the journal of the Workers Democracy ‘Internationalist Challenge’ Issue 1 August ΄88)
It goes without saying, the Annan plan was rejected not only by the nationalists and rejectionists Greek Cypriots but also by many who felt the plan allowed the danger of the ’63 events to be repeated since there were a lot of ambiguities and contained the same political principals. I will not delve further into this subject due to time and space constrains. (For the 2004 referendum we have published a special brochure in Greek and Turkish.)
None of this is true and applies today. The economic miracle has not only been extinguished but the crisis of 2013 and subsequent memorandums have led the economy to the brink of disaster and have thrown thousands of people into poverty. On the contrary, the Turkish Cypriots' YES in the referendum opened the prospects for economic development and improved international political relations for the TRNC. The economic and political superiority praised by Chr. Economides was almost extinguished despite the problems facing the Turkish pound.
Hydrocarbons
Another factor has come to complicate things, the discovery of hydrocarbons. We do not know how big the deposits are, how easy to exploit etc. but it is certain that Anastasiadis has no appetite to share them with the Turkish Cypriots. He prefers to give them their own state or better still maintain the current status quo even if it means letting them have their own EEZ in the North. This much he stated publicly.
This is the essence of Anastasiadis's current policy. This is not a turning point. On the contrary, it’s a policy that is a continuation of what the G/C bourgeoisie in Cyprus pursued for the last 60 years. It holds the start of the blue thread of nationalism that was first unleashed by Makarios and carries it on. That is why it’s pointless to appeal to Anastasiadis to be bold and the like. This is why the various international organisations dealing with the Cyprus issue are not able to overcome the problem. The international ‘players’ serve above all their own interests and designs that are often dripping with the blood of innocent victims. As for the alliances established by Anastasiades and Mitsotakis, these are built with the butchers of the region, Netanyahu and Al Sisi and will only bring more tension and destruction.
Here, I must diverge and say that some sections of the bourgeoisie and the ruling party remain loyal to the position of the Clerides School and wish to pursue a compromise rather than a final separation, but it is doubtful whether they will be able to influence Anastasiades policies. AKEL, which controls an important part of the economy and unites the most organized and class-conscious part of the working class, is also moving in this direction. Its contacts with the Turkish Cypriots lead it to conclude that it can compete well and perhaps benefit politically from reunification. The election of Niyazi Kizilyurek to the European Parliament is a good example of what to expect. Much can be said about these issues but perhaps at a different forum.
The movement for rapprochement and the road to peace
What we need foremost is to clarify our ideas on these issues and build an alternative political pole. A bi-communal movement based on the left and trade unions fighting for genuine rapprochement, solidarity and cooperation of ordinary people on both sides of Cyprus and surrounding countries. Let us also grasp and continue the red thread that connects us with the great struggles of the working class of '48.
We have a great deal that unites us.
Restoring historical truth
Our opposition to nationalism, the revival of far-right and fascism.
Our opposition to the exploitation of hydrocarbons which threaten not only the environment but also peace in the region. We have to fight together to ensure they stay permanately at the bottom of the sea.
The desire of many people on both sides for reunification on the basis of political equality, mutual respect and cooperation.
This is the bi-communal movement that we need to set up today. We have done a lot together in recent years. Many of these were mentioned in the previous speech of Pambis Kyritsis and Hassan Felek. (Presidents PEO and DEV IS). I believe we can take it a step further and achieve it. We owe it to the thousands of victims on both sides who have shed their blood for this land.
We welcome the establishment and operation of the International Protection Administrative Court (IPAC) and the termination of the Refugee Reviewing Authority, which has in fact for years been virtually unnecessary. For a decade now, KISA has played a leading role in advocating the founding and operation of a specialised asylum court, through strategic litigation, position papers addressed to the Parliament of Cyprus and reports addressed to competent bodies.
According to the recent changes in the Refugee law, when asylum seekers receive a rejection or another kind of negative decision from the Asylum Service in regards to their application for international protection, they can appeal exclusively to the IPAC. Although this restructuring concerns a serious institutional change, which can only succeed through consultation and coordination between the involved governmental and non-governmental agencies, accurate information, guidance and aid to the affected refugees, as well as the development of the appropriate infrastructure in order for the new system to function correctly.
KISA expresses its disappointment as none of the aforementioned has taken place, which puts into doubt the compliance of Cyprus with fair and objective procedures of asylum, which should also include access to an effective legal remedy, . The competent bodies cannot respond to their new obligations and the refugees do not know what they must do in order for their appeals to be examined by the new court.
The majority of the asylum applicants lack the required financial resources to cover the legal expenses for their appeal to the IPAC and therefore their as per the law access to a remedy can only be achieved through the provision of free legal aid. According to the legislation, asylum seekers would have to submit their application for legal aid to the IPAC alone, without a lawyer. In the context of the examination of the application for legal aid by the ACOIP, the applicant would have to prove, amon others, that the appeal they intend to submit has chances of success, in order to seek legal aid to be represented by a lawyer against the decision of the Asylum Service.
KISA as well as a number of judges have already pointed out that this system cannot function. Asylum seekers, often in a vulnerable psychological state, without any legal guidance and without knowledge of the Greek language, find themselves up against experienced lawyers of the Office of the Attorney General of Cyprus, who through legal arguments based on laws unknown to the asylum applicants, are trying, in all cases, to prove that their appeal has no chance of success and that, therefore, no legal aid should be granted. How are asylum seekers expected to properly substantiate their claim and to demonstrate a likelihood of success against an experienced lawyer in formal court proceedings where the Office of the Attorney General submits written and fully substantiated arguments against it, among other things, in Greek?
Furthermore, the memoranda of the Legal Service, written in Greek, are translated roughly by non-professional translators in different languages, and which results in the inability of the asylum seekers to understand what is being stated in these memonanda. Even when asylum seekers attempt to submit an appeal application on their own, without a lawyer, after the rejection of the application for legal aid, no assistance is provided to them by the IPAC, which on the contrary mentions that they cannot submit an application without a lawyer.
Our position is that this procedure clearly violates the principle of equality of arms, with the aftermath being a violation of the right to a fair trial and to effective remedies as it is protected in European and international law.
We undeline that the possibility of appeal to a judicial body against negative decisions of the Asylum Service is the obligation of Cyprus, which is required both by the European acquis and international law as well as by relevant human rights conventions. Furthermore, in case of rejection for legal aid, the persons concerned are exposed to exploitation and deception through false representation by persons promising to represent them in return of payments much higher than regular law fees and with the condition of certain success. These cases are already a common phenomenon.
KISA believes that in order for Cyprus to implement its contractual obligations, but also in order for the adoption of this specialised court to become functional and effective, the following must take place:
Steering Committee
Χαιρετίζουμε την ίδρυση και λειτουργία του Διοικητικού Δικαστηρίου Διεθνούς Προστασίας (ΔΔΔΠ) και τον τερματισμό λειτουργίας της Αναθεωρητικής Αρχής Προσφύγων, η οποία εδώ και χρόνια ήταν ουσιαστικά αχρείαστη. Η ΚΙΣΑ εδώ και μια δεκαετία πρωτοστατεί, μέσα από υποθέσεις στρατηγικής σημασίας στα δικαστήρια, υπομνήματα προς την κυπριακή Βουλή και εκθέσεις προς αρμόδια σώματα, για την ίδρυση και λειτουργία εξειδικευμένου δικαστηρίου ασύλου.
Σύμφωνα με τον Περί Προσφύγων Νόμο, οι αιτητές/τριες ασύλου όταν λαμβάνουν απορριπτική ή άλλη αρνητική απόφαση της Υπηρεσίας Ασύλου σχετικά με το αίτημα τους για διεθνή προστασία, θα προσφεύγουν αποκλειστικά στο ΔΔΔΠ. Ωστόσο, η αναδιάρθρωση αυτή αφορά σοβαρή θεσμική αλλαγή, η οποία μπορεί να επιτύχει μέσα από τη διαβούλευση και το συντονισμό μεταξύ των εμπλεκομένων κυβερνητικών και μη κυβερνητικών φορέων, τη σωστή ενημέρωση, καθοδήγηση και αρωγή προς τους επηρεαζόμενους πρόσφυγες καθώς και την ανάπτυξη των κατάλληλων υποδομών για να μπορέσει να λειτουργήσει σωστά το νέο σύστημα.
Η ΚΙΣΑ εκφράζει την απογοήτευσή της αφού τίποτα από τα πιο πάνω δεν έχει γίνει με αποτέλεσμα να τίθεται σε αμφιβολία η συμμόρφωση της Κύπρου για δίκαιες και αντικειμενικές διαδικασίες ασύλου, οι οποίες να περιλαμβάνουν επίσης και πρόσβας σε αποτελεσματικό ένδικο μέσο. Οι αρμόδιοι φορείς δεν μπορούν να ανταποκριθούν στις νέες υποχρεώσεις τους και οι πρόσφυγες δεν γνωρίζουν τι πρέπει να κάνουν ώστε να διασφαλιστεί η εξέταση των προσφυγών τους από το νέο δικαστήριο.
Οι περισσότεροι/ες αιτητές/τριες δεν διαθέτουν τους απαιτούμενους οικονομικούς πόρους για κάλυψη των δικηγορικών εξόδων για την προσφυγή τους στο ΔΔΔΠ και ως εκ τούτου η προβλεπόμενη από το Νόμο πρόσβασή του σε ένδικο μέσο μπορεί μόνο να επιτευχθεί μέσα από την παραχώρηση δωρεάν νομικής αρωγής. Σύμφωνα με την κείμενη νομοθεσία, οι αιτητές ασύλου θα πρέπει να υποβάλουν μόνοι τους και χωρίς δικηγόρο αίτηση για νομική αρωγή στο ΔΔΔΠ. Στο πλαίσιο εξέτασης της αίτησης νομικής αρωγής από το ΔΔΔΠ, θα πρέπει οι αιτητές θα πρέπει επίσης να αποδείξουν, μεταξύ άλλων ότι η προσφυγή που προτίθενται να υποβάλουν έχει πιθανότητες επιτυχίας, για να τύχουν νομικής αρωγής για εκπροσώπησή τους από δικηγόρο κατά της απόφασης της Υπηρεσίας Ασύλου.
Η ΚΙΣΑ όπως επίσης και αριθμός δικαστών έχουν ήδη επισημάνει ότι το σύστημα αυτό δεν μπορεί να λειτουργήσει. Οι αιτητές ασύλου , συχνά σε ευάλωτη ψυχολογική κατάσταση, χωρίς καμία νομική κατάρτιση και χωρίς γνώση της ελληνικής γλώσσας, βρίσκοναι αντιμέτωποιμε έμπειρους δικηγόρους της Νομικής Υπηρεσίας της Δημοκρατίας, οι οποίοι στη βάση νομικής επιχειρηματολογίας βασισμένη σε νόμους και νομολογία άγνωστη στους αιτητές ασύλου προσπαθούν, σε όλες τις περιπτώσεις να αποδείξουν ότι η προσφυγή δεν έχει πιθανότητα επιτυχίας και επομένως δεν πρέπει να του παραχωρηθεί νομική αρωγή. Πώς αναμένεται από τους/ισ αιτητές/τριες ασύλου να εκφράσουν ορθά και τεκμηριωμένα το αίτημα τους και να αποδείξουν πιθανότητες επιτυχίας έναντι έμπειρου εξειδικευμένου νομικού στο πλαίσιο επίσημης δικαστικής διαδικασίας όπου η Νομική Υπηρεσία υποβάλλει γραπτώς και πλήρως ανεπτυγμένα τα επιχειρήματα της εναντίον της έγκρισης της αίτησης, μεταξύ άλλων στα ελληνικά;
Περαιτέρω, τα υπομνήματα της Νομικής Υπηρεσίας στα ελληνικά μεταφράζονται στο περίπου από μη εξειδικευμένους και κατάλληλα εκπαιδευμένους μεταφραστές σε διάφορες γλώσσες, χωρίς οι αιτητές ασύλου να μπορούν να αντιληφθούν το νόημα των όσων καταγράφονται στα υπομνήματα. Ακόμα δε και όταν αιτητές ασύλου προσπάθησαν να καταχωρίσουν από μόνοι τους προσφυγή, χωρίς δικηγόρο, μετά από την απόρριψη της αίτησης για νομική αρωγή, καμία βοήθεια δεν τους δίδεται από το ΔΔΔΠ, το οποίο αντίθετα τους αναφέρει ότι δεν μπορούν να καταχωρήσουν προσφυγή χωρίς δικηγόρο.
Θέση μας είναι ότι η διαδικασία αυτή παραβιάζει έκδηλα την αρχή ισότητας των όπλων και επακόλουθο αυτού είναι η παραβίαση του δικαιώματος σε δίκαιη δίκη και σε αποτελεσματική ένδικη θεραπεία όπως αυτή κατοχυρώνεται από το ευρωπαϊκό και διεθνές δίκαιο.
Τονίζουμε ότι η δυνατότητα προσφυγής σε δικαστικό σώμα εναντίον αρνητικών αποφάσεων της Υπηρεσίας Ασύλου, αποτελεί υποχρέωση της Κύπρου, η οποία απαιτείται τόσο από το ευρωπαϊκό κεκτημένο όσο και το διεθνές δίκαιο και σχετικές συμβάσεις ανθρωπίνων δικαιωμάτων. Περαιτέρω, σε περίπτωση απόρριψης της αίτησης για νομική αρωγή, τα ενδιαφερόμενα πρόσωπα βρίσκονται εκτεθειμένα σε εκμετάλλευση και απάτη μέσω ψευδών παραστάσεων από άτομα υποσχόμενα να τους εκπροσωπήσουν έναντι χρηματικών αμοιβών πολύ υψηλότερων των προβλεπόμενων από τα συνήθη δικηγορικά τέλη και υπό την αίρεση «σίγουρης» επιτυχίας. Αυτά τα περιστατικά είναι ήδη συχνό φαινόμενο.
Η ΚΙΣΑ θεωρεί ότι για να μπορέσει η Κύπρος να υλοποιήσει τις συμβατικές τις υποχρεώσεις αλλά και για να καταστεί λειτουργική και αποτελεσματική η θέσπιση και λειτουργία του εξειδικευμένου αυτού Δικαστηρίου θα πρέπει να:
Διοικητικό Συμβούλιο
Εδώ και τρεις μέρες η κυπριακή κοινωνία βρίσκεται σε αναβρασμό λόγω της σοβαρής ρατσιστικής επίθεσης που δέχτηκε το βράδυ της Παρασκευής γυναίκα με Ρωσική καταγωγή, η οποία ζει στην Κύπρο με την οικογένεια της εδώ και 20 χρόνια.
Στην προσπάθεια της να σταματήσει μια ομάδα Κυπρίων γυναικών σπό το να εγκαταλείψου τη σκηνή τροχαίου αδικήματος, αφού κτύπησαν άλλο αυτοκίνητο σε χώρο στάθμευσης στη Λάρνακα, η γυναίκα υπέστη μια άκρατη ρατσιστική επίθεση, συνοδευόμενη μεταξύ άλλων από κτύπημα και φτύσιμο στο πρόσωπο, ρατσιστική χυδαιότητα, αχρείες βρισιές και απειλές, και μάλιστα μπροστά στο ανήλικο παιδί τους. Παρά το σοβαρό φόβο που η ίδια δήλωσε ότι ένοιωσε, διατήρησε την ψυχραιμία της και με θάρρος και αποφασιστικότητα αξιοποίησε το κινητό της για να βιντεογραφήσει και να τεκμηριώσει τη ρατσιστική επίθεση που δέχτηκε.
Καταδικάζοντας και καταγγέλλοντας τη ρατσιστική αυτή επίθεση και δημόσια εξύβριση, η ΚΙΣΑ επαναλαμβάνει για ακόμα μια φορά ότι όχι μόνο δεν πρόκειται για μεμονωμένο περιστατικό αλλά αποτελεί σχεδόν καθημερινό φαινόμενο στη ζωή των μεταναστριών/ών και προσφύγων, οι οποίες/οι όμως δεν είναι σε θέση να καταγγείλουν φοβούμενοι τις συνέπειες, λόγω της ευάλωτης θέσης που η μεταναστευτική και προσφυγική πολιτική αυτού του κράτους έχει καθορίσει για τις/ους μετανάστριες/ες και πρόσφυγες. Να σημειωθεί, ότι η ίδια όταν ρωτήθηκε σχετικά, έκφρασε την έντονη απογοήτευσή της για τη ρατσιστική μεταχείριση που μετανάστριες αντιμετωπίζουν από την ίδια την αστυνομία στην Κύπρο.
Η ΚΙΣΑ επαναλαμβάνει επίσης ότι τα εντελώς απαράδεκτα όσο και επικίνδυνα φαινόμενα της ξενοφοβίας, των ρατσιστικών επιθέσεων, της ρητορικής και των εγκλημάτων μίσους βρίσκονται σήμερα σε έξαρση και ενθαρρύνονται από την ατιμωρησία των ενόχων, αλλά και την αδυναμία ή/και την έλλειψη βούλησης των καθ’ ύλην αρμόδιων αρχών και θεσμών της δικαιοσύνης να επιτελέσουν το έργο τους και να τα αντιμετωπίσουν με την απαιτούμενη σοβαρότητα και αποτελεσματικότητα. Δεν είναι δυστυχώς καθόλου τυχαίο το γεγονός ότι η Κύπρος είναι η μόνη χώρα της ΕΕ που δεν έχει αναπτύξει ολοκληρωμένο σχέδιο δράσης καταπολέμησης των φαινομένων αυτών.
Η ΚΙΣΑ θεωρεί ιδιαίτερα ανησυχητικές πληροφορίες που φέρουν μίαν από τις επιτιθέμενες γυναίκες να είναι εκπαιδευτικός. Πέραν από την έρευνα που αναμένουμε να διεξάγει το υπουργείο Παιδείας, η ρατσιστική επίθεση στη Λάρνακα μας υπενθυμίζει ξανά την ιδιαίτερη σημασία της εκπαίδευσης για τη διαμόρφωση σωστών αντιλήψεων και την ανάγκη καλλιέργειας της κατάλληλης κουλτούρας εκπαίδευσης, διαπαιδαγώγησης και συμπεριφοράς στην κοινωνία μας.
Τυχόν επίκληση προστασίας δεδομένων προσωπικού χαρακτήρα από την ανάρτηση βίντεο που αποδεικνύουν τη διάπραξη αδικημάτων με ρατσιστικό κίνητρο με στόχο την αποδυνάμωση ή/και τον εκφοβισμό των θυμάτων τέτοιων αδικημάτων, δεν είναι νοητή σε μια δημοκρατική κοινωνία που σέβεται τα ανθρώπινα δικαιώματα ενώ η προστασία του ανθρωπίνων δικαιωμάτων των θυμάτων ρατσισμού υπερτερεί έναντι της προστασίας τέτοιων δεδομένων, η οποία δεν είναι απόλυτη και μπορεί να περιοριστεί υπό συγκεκριμένες περιστάσεις, που στη συγκεκριμένη περίπτωση συντρέχουν πλήρως.
Η ΚΙΣΑ θεωρεί θετική την άμεση αντίδραση της Αστυνομίας και της ηγεσίας της για τη διερεύνηση της ρατσιστικής επίθεσης εναντίον της γυναίκας από τη Ρωσία και την καλεί να προχωρήσει άμεσα στην ολοκλήρωση της έρευνας της.
Καλεί επίσης το Γενικό Εισαγγελέα να αναθεωρήσει τη χαλαρή στάση που έχει τηρήσει μέχρι σήμερα και να ανταποκριθεί με αποφασιστικότητα στην αδήριτη ανάγκη πάταξης των εγκλημάτων αυτών και να προχωρήσει στην αποτελεσματική εφαρμογή της νομοθεσίας που ποινικοποιεί το ρατσιστικό λόγο, τη ρητορική μίσους αλλά και τη διάπραξη αδικημάτων με ρατσιστικό κίνητρο.
Ειδικότερα η ΚΙΣΑ καλεί τις αρμόδιες διωκτικές αρχές-
Τέλος, η ΚΙΣΑ τονίζει ξανά ότι η Κύπρος πρέπει επιτέλους να συστήσει φορέα καταπολέμησης του ρατσισμού και των διακρίσεων, στον οποίο να συμμετέχουν όλοι οι εμπλεκόμενοι φορείς, ανεξάρτητες αρχές και ΜΚΟ, ο οποίος να προχωρήσει άμεσα στην επεξεργασία ολοκληρωμένου σχεδίου αντιμετώπισης του ρατσισμού, της μισαλλοδοξίας, της ρητορικής μίσους και των εγκλημάτων τους.
Διοικητικό Συμβούλιο
Δυστυχώς όμως αυτές οι προσδοκίες διαψεύστηκαν με τον πιο τραγικό τρόπο μετά την κατάρρευση των συνομιλιών στο Κραν Μοντανά και τα όσα ακολούθησαν. Τα δύο τελευταία χρόνια αυτό που κυριαρχεί είναι η απογοήτευση και η απελπισία. Βλέπουμε κόσμο κυριολεχτικά να θρηνεί και να επαναλαμβάνει με απόγνωση, τίποτα δεν γίνεται, όλα τέλειωσαν, οριστικοποιείται η διχοτόμηση και άλλα παρόμοια.
Αρκετοί από αυτούς διερωτώνται γιατί ο Αναστασιάδης έκανε αυτή τη στροφή και προσπαθούν να δώσουν κάποιες εξηγήσεις αποδίδοντας την είτε στο οινόπνευμα, (είναι γνωστό ότι ο σε κάποιες συναντήσεις ήταν μεθυσμένος), είτε στα συμφέροντα που εξυπηρετεί ο ίδιος και η κοντινή του κάστα, είτε στους Ρώσους ολιγάρχες που εξυπηρετεί μέσω του γραφείου του και άλλα παρόμοια. Μπορεί να ισχύουν όλα αυτά, αλλά δεν είναι αρκετά για να εξηγήσουν την στάση του. Ο Αναστασιάδης δεν κυβερνά μόνος του, αντιπροσωπεύει μια ελίτ, την ελληνοκυπριακή αστική τάξη, και μάλιστα το πιο δυνατό κομμάτι της.
Τι συμβαίνει λοιπόν; Το πρώτο που πρέπει να πούμε είναι ότι το ναι του Αναστασιάδη, στο σχέδιο Ανάν το 2004, δεν έχει να κάνει τίποτα, ούτε με φιλειρηνική διάθεση, ούτε με καμιά επιθυμία για επαναπροσέγγιση με τους τουρκοκύπριους. Ηταν ένα υστερόβουλο ναι, σε ένα σχέδιο που κατ αρχήν έδινε πίσω στους ε/κ πολλά από τα χαμένα του πολέμου του ’74 και άφηνε πολλά περιθώρια για να ξαναμπορέσουν να επιβάλουν μέσα από την οικονομική και πολιτική υπεροχή που είχαν, την κυριαρχία τους στους τουρκοκύπριους.
Κανένα συνεταιρισμό
Η ελληνοκυπριακή αστική τάξη, στην ολότητα της, ενδοτικοί και απορριπτικοί, διαλλαχτικοί και αδιάλλακτοι, παρά τις όποιες διαφωνίες τακτικής και αν έχουν, ποτέ δεν αποδέχτηκαν ότι θα μοιραστούν την εξουσία και τους πόρους του νησιού με τους τουρκοκύπριους. Κάθε συμφωνία που έκαναν την αντιμετώπιζαν σαν ένα ενδιάμεσο στάδιο μέσα από το οποίο θα μπορούσαν να φτάσουν στον τελικό τους στόχο που αρχικά ήταν η ένωση. Όταν αυτό δεν ήταν πια εφικτό ο στόχος ήταν η κυριαρχία τους στο νησί και η περιθωριοποίηση και εξόντωση των τουρκοκυπρίων αντιπάλων τους.
Αυτό ήταν μια πολιτική που ακολούθησε με συνέπεια η ελληνοκυπριακή ελίτ. Το ότι υπήρχαν παρόμοιες πολιτικές και στην άλλη πλευρά από την τούρκικη και τουρκοκυπριακή ελίτ δεν αναιρεί το γεγονός ότι η πρωτοβουλία των κινήσεων ανήκε στην ελληνοκυπριακή πλευρά. Για το ρόλο της τούρκικης και τουρκοκυπριακής ελίτ μας μίλησαν προηγούμενα οι τουρκοκύπριοι σύντροφοι και τους ευχαριστώ. Εγώ θα περιοριστώ στη δική μας ελίτ.
Ο πρώτος διδάξας ήταν ο Μακάριος ο οποίος ποτέ δεν αποδέχτηκε το συνεταιρικό κράτος της Ζυρίχης και ποτέ δεν δέχτηκε να μοιραστεί την εξουσία με τους τουρκοκύπριους και να εφαρμόσει αυτά που ο ίδιος είχε υπογράψει. Για τον Μακάριο οι συμφωνίες της Ζυρίχης δεν ήταν παρά ένα ενδιάμεσο στάδιο για να τις χρησιμοποιήσει για να φτάσει στην αυτοδιάθεση – ένωση. Ας αφήσουμε όμως τον ίδιο να μας τα πει όπως τα έγραψε σε επιστολή που έστειλε την 1 Μαρτίου του 1964 στον Γεώργιο Παπανδρέου, τότε πρωθυπουργό της Ελλάδας: «Σκοπός μας κύριε πρόεδρε είναι η κατάλυσις των συμφωνιών Ζυρίχης και Λονδίνου δια να δύναται αδεσμεύτως ο Ελληνικός κυπριακός λαός εν συνεννοήσει μετά της Μητρός Πατρίδος να καθορίζει το μέλλον του. Είμαι ο υπογράψας τας συμφωνίας αυτάς … ουδ’ επι στιγμήν όμως επίστευσα ότι αι συμφωνίαι θα αποτελούν μόνιμον καθεστώς»
Με παρόμοιο τρόπο και οι συνεργάτες του αρθρογραφούσαν το καλοκαίρι του ’63 οτι: «ουδείς εδέχθει την Συμφωνίαν της Ζυρίχης ως τέρμα…Και η Κύπρος τώρα από της Ζυρίχης προς την αυτοδιάθεσιν»
Ακολουθώντας στην πράξη αυτή την πολιτική ο Μακάριος αρνήθηκε να εφαρμόσει τις πρόνοιες του Συντάγματος για χωριστούς Δήμους, για την αναλογία 70% - 30% στην δημόσια υπηρεσία, τις φορολογίες και τελικά προσπάθησε να τροποποιήσει το Σύνταγμα με τα 13 σημεία που πρότεινε το φθινόπωρο του ’63. Όταν οι τουρκοκύπριοι αρνήθηκαν ξέσπασαν οι συγκρούσεις.
Μέσα από αυτές τις εξελίξεις του ’63 – ‘64, ο Μακάριος και η ελληνοκυπριακή ελίτ κατάφεραν να αποκτήσουν τον έλεγχο του κράτους και να απομονώσουν τους τουρκοκύπριους στο 4.8% του εδάφους. Τόση ήταν η αλαζονεία και η έπαρση τους, που όταν οι τουρκοκύπριοι το ’72 δέχτηκαν στις συνομιλίες σχεδόν και τα 13 σημεία, τα αρνήθηκαν οι ίδιοι αυτή τη φορά όπως ομολογεί στην «Κατάθεση του» ο Γλαύκος Κληρίδης.
Συνταγματικές παραχωρήσεις
Μετά την ήττα του ’74 η ελληνοκυπριακή αστική τάξη κάνει αυτό που ονομάζει οδυνηρό συμβιβασμό και δέχεται την Διζωνική, Δικοινοτική Ομοσπονδία σαν μορφή κρατικής οντότητας για το νέο συνεταιρικό κράτος που θα προκύψει μετά την υπογραφή συμφωνίας. Από πολύ νωρίς όμως αρχίζει να σκέφτεται πώς θα το χρησιμοποιήσει και πάλι σαν ενδιάμεσο σταθμό για να επιβάλει ξανά την κυριαρχία της στους τουρκοκύπριους και να τους κάνει όχι συμμέτοχους αλλά φτωχούς συνεταίρους.
Πατώντας πάνω στο φτηνό εργατικό δυναμικό που αποτελούσαν οι πρόσφυγες, και την καταστροφή του Λιβάνου κατάφερε μέσα σε ελάχιστο χρόνο μετά τον πόλεμο, να κτίσει εκείνο που ονομάστηκε οικονομικό θαύμα. Παράλληλα σαν ο διαχειριστής της Κυπριακής Δημοκρατίας όλα αυτά τα χρόνια έχει διεθνή ερείσματα και συμμαχίες που τις επιτρέπουν να κάνει αυτούς τους σχεδιασμούς.
Αυτούς τους σχεδιασμούς εκφράζει με πολύ χαρακτηριστικό τρόπο ο Χριστοφής Οικονομίδης, στέλεχος του ΔΗΣΥ και του Κυπριακού Εμπορικού και Βιομηχανικού Επιμελητηρίου τον Σεπτέμβρη του 1978, ο οποίος προτείνει: «Να μεταθέσουμε προτού είναι πολύ αργά τον ελληνοτουρκικό ανταγωνισμό, από το πολεμικό πεδίο στο οποίο οι Τούρκοι υπερέχουν… στο ειρηνικό πεδίο, στο οποίο έχουμε αναμφισβήτητη οικονομική υπεροχή».
Για να γίνει κάτι τέτοιο βέβαια χρειάζονται «οδυνηρές» πολιτικές, και συνταγματικές παραχωρήσεις ώστε να υπάρξει συμφωνία. Ωστόσο όμως γι αυτές τις παραχωρήσεις επισημαίνει ο Οικονομίδης: «Ο ρους της κοινωνικής ζωής και προόδου παραμερίζει και ατονεί συνταγματικάς προνοίας που στέκονται εις το δρόμο της προόδου, αρκεί τούτο να γίνεται βαθμιαίως, ειρηνικώς και σιωπηρώς και να μην βιαζόμεθα να θέλωμεν να σβήσωμεν και από το χαρτί αυτό που ατονεί στην πράξη. Η Κύπρος ως ανεξάρτηνον κράτος, οσονδήποτε βαθμόν τοπικής αυτονομίας και αν έχουν οι τουρκοκύπριοι εντός αυτής, εις την πράξην θα διευθύνεται πολιτικώς και οικονομικώς από τους Ελληνας».
Δεν νομίζω να μπορούσε κανείς να περιγράψει καλύτερα το πώς η ελληνοκυπριακή οικονομική ελιτ αντιλαμβάνεται τον συνεταιρισμό της Διζωνικής Δικοινοτικής Ομοσπονδίας. Αυτή είναι η ουσία αυτού που κάποιοι αργότερα ονόμασαν «Σχολή Κληρίδη». Μια real politic προσαρμοσμένη στις νέες συνθήκες και τις δυνατότητες τους. Δεν έχει καμιά σχέση ούτε με ειρήνη, ούτε με επαναπροσέγγιση με τους τουρκοκύπριους. Αντίθετα υποκρύβει μια υστερόβουλη πολιτική που στοχεύει στην κυριαρχία της ελληνοκυπριακής αστικής τάξης, όπως με τη Ζυρίχη αλλά αυτή τη φορά χωρίς βιασύνες και επικίνδυνους ακροβατισμούς - έχουν πάρει το μάθημα τους απο την προηγούμενη φορά.
Βέβαια αυτό προϋποθέτει ότι η ελληνοκυπριακή αστική τάξη έχει σαφή οικονομική υπεροχή απέναντι στους τουρκοκύπριους. Μέχρι το 2004 αυτό ήταν δεδομένο. Το οικονομικό θαύμα έφερε τεράστια ανάπτυξη και πλούτο, ιδιαίτερα για το μεγάλο κεφάλαιο που επεκτάθηκε με εξαγωγές στις αραβικές χώρες. Αντίθετα η κατάσταση στο βορρά ελάχιστα είχε αλλάξει, παρά το ότι κατέλαβαν ένα μεγάλο μέρος από πλουτοπαραγωγικούς χώρους και τουριστικές περιοχές. Τα εμπάρκο και οι αποκλεισμοί είχαν λειτουργήσει αρκετά αποτελεσματικά μέχρι εκείνη τη στιγμή.
Από την άλλη η διεθνής αναγνώριση της Κυπριακής Δημοκρατίας που ουσιαστικά ήταν ελληνοκυπριακό κράτους τους έδινε σαφές πλεονέκτημα απέναντι στην ΤΔΒΚ η οποία δεν είχε σχεδόν καθόλου διεθνή ερείσματα.
Φυσικά τέτοιες σκέψεις και σχεδιασμούς μπορούσε να έχει μόνο το ισχυρό ελληνοκυπριακό κεφάλαιο. Αντίθετα το πιο μικρό κεφάλαιο και κομμάτια όπως η εκκλησία, οι ξενοδόχοι της Πάφου και της Λεμεσού θα ήταν μέσα στους χαμένους από ένα τέτοιο συμβιβασμό στα πλαίσια της Διζωνικής Δικοινοτικής Ομοσπονδίας. Γι αυτό και η σύγκρουση ανάμεσα σε ενδοτικούς και απορριπτικούς. (Γι αυτό το θέμα υπάρχει ολοκληρωμένη ανάλυση στο περιοδικό της Εργατικής Δημοκρατίας Διεθνιστική Πρό(σ)κληση τεύχος 1 Αύγουστος ΄88 )
Βέβαια το σχέδιο Αναν δεν απορρίφτηκε μόνο από τους εθνικιστές απορριπτικούς ελληνοκύπριους αλλά και από πολλούς που ένοιωθαν ότι άφηνε όλα τα περιθώρια να επαναληφθούν τα γεγονότα του ’63 αφού έμεναν πολλές ασάφειες και οι πολιτικές που εφαρμόζονταν ήταν οι ίδιες. Δεν θα επεκταθώ ούτε σε αυτό το θέμα λόγω χρόνου και χώρου. (Για το δημοψήφισμα του 2004 έχουμε εκδώσει μια ειδική μπροσούρα στα ελληνικά και τα τούρκικα.)
Σήμερα βέβαια τίποτα από αυτά δεν ισχύει. Το οικονομικό θαύμα όχι μόνο έσβησε αλλά η κρίση του 2013 και τα μνημόνια οδήγησαν την οικονομία στο χείλος της καταστροφής και φτωχοποίησαν χιλιάδες ανθρώπους. Αντίθετα το ναι των τουρκοκυπρίων στο δημοψήφισμα άνοιξε προοπτικές για οικονομική ανάπτυξη αλλά και για διεθνείς πολιτικές σχέσεις της ΤΔΒΚ. Η οικονομική και πολιτική υπεροχή για την οποία μιλούσε ο Χρ. Οικονομίδης σχεδόν εκμηδενίστηκε παρά τα προβλήματα που αντιμετωπίζει η τουρκική λίρα.
Υδρογονάνθρακες
Σε αυτά έρχεται να προστεθεί ένας ακόμη παράγοντας που είναι η ανακάλυψη των υδρογονανθράκων. Δεν ξέρουμε πόσο σημαντικά είναι τα κοιτάσματα, πόσο εκμεταλλεύσιμα κλπ αλλά είναι σίγουρο πως ο Αναστασιάδης δεν έχει καμιά όρεξη να τα μοιραστεί με τους τουρκοκύπριους. Προτιμά να τους παραχωρήσει το δικό τους κράτος ή ακόμη καλύτερα να διατηρήσει το σημερινό στάτους κβό και ας πάρουν την δική τους ΑΟΖ στο Βορρά όπως εξάλλου δήλωσε δημόσια.
Αυτή είναι η ουσία της σημερινής πολιτικής του Αναστασιάδη. Δεν αποτελεί καμιά στροφή. Αντίθετα είναι μια πολιτική ευθυγραμμισμένη με τις στοχεύσεις της κυρίαρχης πολιτικής που εφαρμόζει η αστική τάξη στην Κύπρο τα τελευταία 60 χρόνια. Κρατάει την άκρη του γαλάζιου νήματος του εθνικισμού που ξετύλιξε πρώτος ο Μακάριος και προχωρά. Γι αυτό και δεν έχει κανένα νόημα να κάνουμε εκκλήσεις προς τον Αναστασιάδη να δείξει θάρρος και άλλα παρόμοια. Ούτε μπορούν να ξεπεράσουν αυτό το πρόβλημα οι διάφοροι διεθνείς παράγοντες που παίζουν στο κυπριακό. Αυτοί ενδιαφέρονται πάνω από όλα για τα δικά τους συμφέροντα και σχεδιασμούς που τις περισσότερες φορές είναι βουτηγμένα μέσα στο αίμα αθώων θυμάτων. Οι δε άξονες που στήνουν ο Αναστασιάδης και ο Μητσοτάκης με τους χασάπηδες της περιοχής, Νετανιάχου και Αλ Σίσι μόνο περισσότερη ένταση και καταστροφή μπορούν να φέρουν.
Εδώ χρειάζεται να κάνω μια παρένθεση για να πώ ότι κάποια κομμάτια της αστικής τάξης και του κυβερνητικού κόμματος παραμένουν πιστά στην γραμμή της Σχολής Κληρίδη, οτι δηλαδή είναι προτιμότερος ένας συμβιβασμός παρά η οριστικοποίηση του διαχωρισμού, αλλά είναι αμφίβολο αν θα μπορέσουν να επηρεάσουν την πολιτική Αναστασιάδη. Επίσης, το ΑΚΕΛ που ελέγχει ενα σημαντικό κομμάτι της οικονομίας και παράλληλα συσπειρώνει το πιο οργανωμένο και ταξικά συνειδητοποιημένο κομμάτι της εργατικής τάξης, κινείται σε αυτή την κατεύθυνση. Τα ερείσματα που έχει μέσα στους τουρκοκύπριους του επιτρέπουν να υπολογίζει ότι μπορεί να αντέξει τον ανταγωνισμό και ίσως να ωφεληθεί και πολιτικά απο την επανένωση. Η εκλογή του Νιαζί Γκιζίλγιουρεκ στην Ευρωβουλή είναι ένα καλό δείγμα για το τί μπορεί να προσδοκά. Μπορούν να ειπωθούν πολλά για αυτά τα θέματα αλλά σε άλλη ευκαιρία.
Κίνημα επαναπροσέγγισης ο δρόμος για την ειρήνη
Εκείνο που χρειαζόμαστε, είναι πρώτα και κύρια να ξεκαθαρίσουμε αυτά τα θέματα και να κτίσουμε ένα άλλο εναλλακτικό πόλο. Ένα δικοινοτικό κίνημα στηριγμένο στην αριστερά και τα συνδικάτα που να παλεύει για ειλικρινή επαναπροσέγγιση, αλληλεγγύη και συνεργασία των απλών ανθρώπων στις δυο πλευρές και στις γύρο χώρες. Να πιάσουμε και εμείς το κόκκινο νήμα που μας συνδέει με τους μεγάλους αγώνες της εργατικής τάξης του ’48.
Έχουμε πολλά που μας ενώνουν.
• Η αποκατάσταση της ιστορικής αλήθειας
• Η αντίθεση μας στον εθνικισμό και την αναβίωση της ακροδεξιάς και του φασισμού.
• Η αντίθεση μας στην εκμετάλλευση των υδρογονανθράκων οι οποίοι όχι μόνο απειλούν το περιβάλλον αλλά και την ειρήνη στην περιοχή. Θα πρέπει να παλέψουμε μαζί για να μείνουν οριστικά και αμετάκλητα στον βυθό της θάλασσας.
• Η επιθυμία σε πολύ κόσμο και στις δυο πλευρές για επανένωση στη βάση της πολιτικής ισότητας, του αλληλοσεβασμού και της συνεργασίας.
Ένα τέτοιο δικοινοτικό κίνημα είναι που πρέπει να στήσουμε σήμερα. Έχουμε ήδη κάνει πολλά μαζί τα τελευταία χρόνια. Αναφέρθηκαν αρκετά απο αυτά στην προηγούμενη ομιλία του Πάμπη Κυρίτση και του Χασάν Φελέκ. (Πρόεδροι ΠΕΟ και DEV IS). Πιστεύω ότι μπορούμε να κάνουμε ένα βήμα παραπάνω και να το πετύχουμε. Το χρωστάμε στις χιλιάδες αδικοσκοτωμένους και των δυο πλευρών που πότισαν με το αίμα τους αυτή τη γη.
(Η ομιλία του Ντίνου Αγιομαμίτη στο συνέδριο «Η Αριστερά και το Κυπριακό»)
|
KISA – Action for Equality, Support, Antiracism condemns and denounces the racist incident of expulsion of a pupil, refugee of Syrian background, by the Headmaster of Apostolos Varnavas lyceum for wearing a headscarf, as well as for hate speech with references to “nuns and Taliban”.
Apart from the violations of the legislation on racism and hate speech, the said headmaster also violated the regulations of the Ministry of Education which, according to the Director of Secondary Education, do not refer to headscarves. What is of critical significance, however, is the fact that these racist attitudes and practices take place in a school environment and shape the character and the whole being of the particularly vulnerable population group of children and youth.
KISA notes that this racist incident does not come out of the blue. It is reminded that the Minister of Education, soon after his appointment in 2018, actually visited the neo-nazi ELAM but also stated that the Ministry and he personally “share ELAM’s values and principles”. In the last years there is an upsurge of nationalism, chauvinism and intolerance in the education system, which challenge the orientation and content of the education provided to the youth in Cyprus.
These disturbing developments in the area of education are not irrelevant to the shift both of the government and the governing party after the failure of the negotiations on the Cyprus question. This shift was reflected most evidently in the views and positions of public figures, including top figures and European Parliament candidates of the governing party but also of the President of the Republic himself in the recent European elections.
The particular headmaster has repeatedly caused concern to pupils and the Ministry with his extreme right and authoritarian views as well as his extreme nationalist deliriums. Once again, it is demonstrated that impunity leads to abuse and insolence.
KISA would like to congratulate the pupils for their decisive and direct response to the incident and for their solidarity with their fellow pupil.
KISA calls on the Ministry of Education to proceed to the swift completion of the investigation procedure and the exemplary punishment of the headmaster, as well as to the adoption of measures for the effective support and comprehensive integration of children with migrant and refugee background in the school environment.
KISA is of the opinion that the headmaster’s statement that “we don’t want Taliban in our schools” in order to justify his behaviour, constitutes hate speech which is prohibited by law as it instigates hate both towards the particular pupil as well as all Muslim women wearing a headscarf and it identifies them with the Taliban and terrorism.
To this end, KISA calls on the prosecuting authorities and the Attorney General, for the full implementation of the relevant legislation penalising racism and hate speech, to investigate the perpetration of these offences and to bring the said headmaster to justice – for the sake of our children and youth, for the sake of education that will not separate or segregate pupils on the basis of religion, nationality or any other diversity.
Steering Committee
06.08.2019
Η ΚΙΣΑ – Κίνηση για Ισότητα, Στήριξη, Αντιρατσισμό καταδικάζει και καταγγέλλει το ρατσιστικό περιστατικό αποπομπής μαθήτριας με προσφυγική βιογραφία από το Διευθυντή του Λυκείου Αποστόλου Βαρνάβα επειδή φορούσε την παραδοσιακή μαντήλα, καθώς και τη ρητορική μίσους του Διευθυντή με τις αναφορές του περί «καλογραιών και Ταλιμπάν».
Εκτός από τις παραβιάσεις της νομοθεσίας για το ρατσισμό και τη ρητορική μίσους, ο εν λόγω Διευθυντής αντιβαίνει επίσης και τους κανονισμούς του Υπουργείου Παιδείας που, σύμφωνα με το Διευθυντή Μέσης Εκπαίδευσης , δεν αναφέρονται στο συγκεκριμένο ενδυματολογικό είδος. Πιο κρίσιμης σημασίας όμως είναι το γεγονός ότι οι ρατσιστικές αυτές αντιλήψεις και πρακτικές διαδραματίζονται στο σχολικό χώρο και διαμορφώνουν το χαρακτήρα και ολόκληρο το είναι της ιδιαίτερα ευάλωτης ομάδας των παιδιών και εφήβων.
Η ΚΙΣΑ επισημαίνει ότι το ρατσιστικό αυτό περιστατικό δεν αποτελεί κεραυνό εν αιθρία. Υπενθυμίζεται ότι ο ίδιος ο Υπουργός Παιδείας, σύντομα μετά το διορισμό του το 2108, επέλεξε όχι μόνο να επισκεφθεί το νεοναζιστικό ΕΛΑΜ αλλά και να δηλώσει ότι το Υπουργείο του και ο ίδιος «συμμερίζονται τις αξίες και αρχές του ΕΛΑΜ». Τα τελευταία χρόνια καταγράφεται μια ουσιαστική έξαρση εθνικισμού, μισαλλοδοξίας και σωβινισμού στο εκπαιδευτικό σύστημα, τα οποία θέτουν υπό αμφισβήτηση τον προσανατολισμό και το περιεχόμενο της Παιδείας που προσφέρεται στη νεολαία της Κύπρου.
Οι δυσάρεστες αυτές εξελίσσεις στο χώρο της παιδείας δεν είναι ανεξάρτητες από τη στροφή που έχει παρατηρηθεί τόσο από την κυβέρνηση όσο και το κυβερνών κόμμα μετά την αποτυχία των συνομιλιών για το κυπριακό. Η στροφή αποτυπώθηκε έντονα και σε τοποθετήσεις και θέσεις από δημόσια πρόσωπα και πολιτικούς, περιλαμβανόμενων στελεχών και υποψηφίων Ευρωβουλευτών του κυβερνώντος κόμματος αλλά και του ίδιου του Προέδρου της Δημοκρατίας στις πρόσφατες Ευρωεκλογές.
Ο συγκεκριμένος διευθυντής απασχόλησε κατ’ επανάληψη στο παρελθόν τις/τους μαθήτριες/τές και το ίδιο το Υπουργείο με τις ακροδεξιές και αυταρχικές του απόψεις όπως και τα εθνικιστικά παραληρήματά του. Για άλλη μια φορά, αποδεικνύεται ότι η ατιμωρησία οδηγεί στην ασυδοσία και αποθράσυνση.
Η ΚΙΣΑ συγχαίρει τις μαθήτριες/τές για την αποφασιστική και άμεση ανταπόκρισή τους καθώς και για την αλληλεγγύη προς τη συμμαθήτρια τους.
Η ΚΙΣΑ καλεί το Υπουργείο Παιδείας να προχωρήσει στην άμεση ολοκλήρωση της διαδικασίας διερεύνησης και την παραδειγματική τιμωρία του εν λόγω εκπαιδευτικού, καθώς και λήψη μέτρων ουσιαστικής στήριξης και ολοκληρωμένης ένταξης των παιδιών με προσφυγικό και μεταναστευτικό υπόβαθρο στο σχολικό περιβάλλον.
Η ΚΙΣΑ θεωρεί ότι η δήλωση του εν λόγω εκπαιδευτικού ότι «δεν θέλουμε Ταλιμπάν» για να αιτιολογήσει την πιο πάνω απόφαση του, αποτελεί απαγορευμένη από το νόμο ρητορική αφού υποθάλπει σε μίσος τόσο προς τη συγκεκριμένη μαθήτρια όσο και προς όλες τις γυναίκες μουσουλμάνες που φορούν μαντήλα αλλά και την ταυτοποίησή τους με την τρομοκρατία των Ταλιμπάν.
Για το σκοπό αυτό, η ΚΙΣΑ καλεί τις διωκτικές αρχές και το Γενικό Εισαγγελέα, σε πλήρη και αποτελεσματική εφαρμογή των σχετικών νομοθεσιών που ποινικοποιούν το ρατσισμό και τη ρητορική μίσους, να διερευνήσουν τη διάπραξη αυτών των αδικημάτων και την προσαγωγή του εκπαιδευτικού στη δικαιοσύνη, για χάρη των παιδιών και των εφήβων μας, για χάρη μιας εκπαίδευσης που δεν θα διαχωρίζει τις/τους μαθήτριες/τές στη βάση της θρησκείας, της εθνικότητας ή όποιας άλλης διαφορετικότητας.
Διοικητικό Συμβούλιο
06.08.2019
|
Play as a tool for integration
It was with great success that KISA’s open day event was held yesterday at Europe Square in Larnaca for the presentation and dissemination of the results of the We art one workshop, implemented under the transnational European programme LAB 31, with the participation of teenagers with a migrant and refugee background as well as Cypriot teenagers.
In his address, the Mayor of Larnaca, Mr Andreas Vyras, mentioned the multi-coloured features of his city and how the Municipality is open to all people, irrespective of any diversity. He particularly welcomed yesterday’s event, to the organisation of which the services of the Municipality had contributed substantially.
In her speech, Ms Leda Koursoumba, Commissioner for the Rights of the Child, made a detailed analysis of the child’s right to play and its role in the process of integration and equal participation in society. Ms Koursoumba also congratulated KISA for organizing the event and for its action in general to promote the human rights of all human beings, including the rights of the child.
Following that, audio-visual material from the workshop activities was screened, while teenagers who participated and the professionals who facilitated the workshop shared their experiences, impressions and joy for their participation.
The event ended with a wonderful music and dance performance by the teenagers who participate in the workshop, which was warmly applauded by the audience.
Along with the programme there was an exhibition with photographic material from the workshop as well as audio-visual material prepared by the teenagers as part of the programme.
For Photos from the open day, please follow the link below:
Nicosia, 29.08.2019
Με μεγάλη επιτυχία πραγματοποιήθηκε χθες, στην Πλατεία Ευρώπης στη Λάρνακα, η ανοικτή εκδήλωση της ΚΙΣΑ για την παρουσίαση και διάδοση των αποτελεσμάτων του εργαστηρίου We art one, το οποίο υλοποιήθηκε στο πλαίσιο του διακρατικού ευρωπαϊκού προγράμματος LAB 31, με τη συμμετοχή εφήβων με μεταναστευτικό και προσφυγικό υπόβαθρο καθώς και κυπρίων εφήβων.
Στο χαιρετισμό του ο Δήμαρχος Λάρνακας, κ. Ανδρέας Βύρας, αναφέρθηκε στην πολυχρωμία που χαρακτηρίζει την πόλη του και πως ο Δήμος είναι ανοικτός σε όλους τους ανθρώπους, ανεξάρτητα από την όποια διαφορετικότητα. Καλωσόρισε ιδιαίτερα τη χθεσινή εκδήλωση, για την πραγματοποίηση της οποίας συνέβαλαν ουσιαστικά οι υπηρεσίες του Δήμου.
Στην ομιλία της, η κα Λήδα Κουρσουμπά, Επίτροπος για τα Δικαιώματα του Παιδιού, αναφέρθηκε αναλυτικά στο δικαίωμα του παιδιού στο παιχνίδι και ο ρόλος του στη διαδικασία ένταξης και ισότιμης συμμετοχής στην κοινωνία. Η κα Κουρσουμπά συνεχάρη επίσης την ΚΙΣΑ τόσο για τη διοργάνωση της εκδήλωσης όσο και για τη δράση της γενικότερα για την προώθηση των ανθρωπίνων δικαιωμάτων όλων των ανθρώπων, περιλαμβανόμενων και των δικαιωμάτων του παιδιού.
Στη συνέχεια, προβλήθηκε οπτικοακουστικό υλικό από τις δράσεις του εργαστηρίου, ενώ έφηβοι που συμμετείχαν και οι επαγγελματίες που διευκόλυναν το εργαστήρι μοιράστηκαν τις εμπειρίες, τις εντυπώσεις και τη χαρά τους για τη συμμετοχή τους.
Το πρόγραμμα της εκδήλωσης τέλειωσε με ένα υπέροχο μουσικοχορευτικό δρώμενο από τους έφηβους του εργαστηρίου, το οποίο καταχειροκροτήθηκε από το κοινό.
Παράλληλα με το πρόγραμμα έτρεχε έκθεση φωτογραφίας με φωτογραφικό υλικό από τα εργαστήρια καθώς και οπτικοακουστικό υλικό που ετοίμασαν οι έφηβοι στα πλαίσια του προγράμματος.
Για φωτογραφικό υλικό της ακδήλωσης ακολουθήστε τον πιο κάτω σύνδεσμο ή πατήστε εδώ
Λευκωσία, 29.08.2019
Wednesday, 28.08.2019 (17:00 – 21:00), at Europe Square in Larnaca
The youth who have participated in the workshop “We Art One”, the professionals who worked with them and KISA are inviting you to a festive event for the presentation of the workshop actions and the participating children’s experiences. The workshop was conducted in the framework of the transnational European project LAB 31 which focused on the right to play.
The event includes the following:
Mr Andreas Vyras, Mayor of Larnaca, will address the event, while Ms Leda Koursoumba, Commissioner for the Rights of the Child, will also participate and talk about children’s right to play and its role in the integration process and equal participation in society.
The event is open to the public and there will be traditional food and drinks.
( Detailed programme of the Open Day)
The aim of the workshop “We Art One” was through play to encourage youth from different life paths – migrants, refugees, unaccompanied children as well as from the local society, to get to know each other, to exchange ideas and learn from each other, to express their views and expectations creatively, through visual arts and play. The workshop also aimed to help them to reflect on our society and the different life chances given to different people.
The possibility of using leisure time creatively and pleasantly is one of the most attractive and hopeful parameters for feeling free and wholly. From children’s play, which is the recreation area par excellence for children, to the various forms of play through which adults relate to the world, men and women can feel themselves and enjoy their leisure time. Nicosia, 26.08.2019
Τετάρτη, 28.08.2019 ( 17:00 – 21:00) στην Πλατεία Ευρώπης στη Λάρνακα
Οι έφηβοι που έλαβαν μέρος στο εργαστήρι “We Art One”, οι επαγγελματίες που εργάστηκαν μαζί τους και η ΚΙΣΑ σας προσκαλούν σε μια γιορταστική εκδήλωση παρουσίασης των δράσεων των εργαστηρίων και των εμπειριών των παιδιών που έλαβαν μέρος. Το εργαστήρι στα πλαίσια του διακρατικού ευρωπαϊκού προγράμματος LAB 31 με αντικείμενο το δικαίωμα στο παιχνίδι.
Η εκδήλωση περιλαμβάνει:
Την εκδήλωση θα χαιρετίσει ο κ. Ανδρέας Βύρας, Δήμαρχος Λάρνακας. Επίσης, θα παρευρεθεί και θα μιλήσει για το δικαίωμα του παιδιού στο παιχνίδι και ο ρόλος του στη διαδικασία ένταξης και ισότιμης συμμετοχής στην κοινωνία η κα Λήδα Κουρσουμπά, Επίτροπος Προστασίας των Δικαιωμάτων του Παιδιού.
Η εκδήλωση είναι ελεύθερη για το κοινό και θα προσφέρονται παραδοσιακά εδέσματα και ποτά .
(Αναλυτικό πρόγραμμα της εκδήλωσης)
Το εργαστήρι “We Art One” είχε ως στόχο να ενθαρρύνει μέσα από το παιχνίδι έφηβους από διαφορετικά μονοπάτια της ζωής, μετανάστες, πρόσφυγες, ασυνόδευτα παιδιά και την τοπική κοινωνία να γνωριστούν μεταξύ τους, να ανταλλάξουν ιδέες και να μάθουν ο ένας από τον άλλο, να εκφράσουν τις απόψεις και προσδοκίες τους με δημιουργικότητα μέσα από τις εικαστικές τέχνες και το παιχνίδι. Επίσης, να τους βοηθήσει να προβληματιστούν για την κοινωνία μας και τις διαφορετικές ευκαιρίες ζωής που δίνονται σε διαφορετικά άτομα.
Η δυνατότητα χρήσης του ελεύθερου μας χρόνου με δημιουργικό και ευχάριστο τρόπο είναι μια από τις πιο ελκυστικές και ελπιδοφόρες παραμέτρους για να αισθανόμαστε ελεύθεροι και να ζούμε ολοκληρωμένα. Από το παιδικό παιχνίδι, που είναι για το παιδί ο κατεξοχήν χώρος αναψυχής, μέχρι τις διάφορες μορφές παιχνιδιού με τις οποίες οι ενήλικες σχετίζονται με τον κόσμο, ο άνθρωπος έχει τη δυνατότητα να αισθάνεται ότι είναι ο εαυτός του και να απολαμβάνει μέρος του χρόνου του.
Λευκωσία, 26.08.2019
KISA – Action for Equality, Support, Anti-racism denounces the new attempt by a member of the police force to criminalise its actions and the actions of its members. We wish to re-iterate that the abuse of power, police violence or any other retributive or provocative action will not succeed in disorientating us from our commitment to defend human rights in society.
Around 10:30 in the morning someone was shouting loudly outside KISA’s offices so the Executive Director of KISA, along with other neighbours, went to see what was happening. They realised that the shouting was coming from a known police officer from the Special Traffic Squad «Ζ», who subsequently communicated through the police radio while simultaneously talking with a young motorcycle driver who was parked at the edge of the pavement.
When KISA’s Executive Director approached to ask the young man what had happened, and whether he needed any assistance, the officer rudely told him to leave immediately. When he refused, saying that it is a public space and has every right to remain and observe what is happening, the officer told him that he was under arrest for obstructing a police officer. Subsequently, the officer called his colleagues who arrived at the scene and proceeded with the arrest transferring him in handcuffs to Lykavitos police station.
The officer threatened to arrest all the other people present from KISA, especially in case they intended to publish photographs or other material from the scene. This was despite the fact that Doros Polykarpou reassured the officer that there was no intention to complicate or obstruct the work of the police while pointing out however that this must take place within a framework of respect towards the rights of the persons who are under police investigation.
It is not known whether the officer in question engages in a similar treatment towards Cypriots, however KISA has received a number of complaints from migrants over the violent, disrespectful and generally unacceptable behaviour of the officer in question towards them. Just recently, during the Pride Parade on the 1st of June 2019, KISA’s team that was taking part in the Parade, including Doros Polykarpou, as well as other individuals, were witnesses to the officer’s behaviour against a migrant at Solomos Square. In regard to this incident, the officer has been reported by KISA to the Independent Authority for the Investigation of Allegations and Complaints against the Police (IAIACAP) to which KISA’s executive Director is one of the witnesses.
KISA believes that this case, which is the sixth in a row, is part of the criminalisation efforts, blackmailing attempts and vindictiveness against it for its work in supporting migrants and safeguard human rights. We are thus certain that, as in the previous five criminal prosecutions, all of which were quashed by the court, justice shall once again determine the futility and absurdity of this attempt.
KISA will proceed to file another report to IAIACAP against the officer in question, however it calls upon the Chief of Police and the Minister of Justice and Public Order to promptly investigate the manner in which this officer carries out his duties and powers. The officer’s credentials have been passed on by phone to the Chief of Police as well as to the Director of Police in Nicosia, in order to re-evaluate whether this person is indeed capable and fit for carrying out his duties and powers without bias, bearing in mind all complaints against him, from KISA as well as potentially from other citizens and migrants. KISA further calls upon the relevant authorities to show due rigour not only in the case of the specific officer but of any other member of the police force who exercises their powers arbitrarily and abusively at the expense of the citizens.
Η ΚΙΣΑ – Κίνηση για Ισότητα, Στήριξη, Αντιρατσισμό καταγγέλλει νέα προσπάθεια ποινικοποίησης της δράσης της και των στελεχών της. Για άλλη μια φορά δηλώνουμε προς κάθε κατεύθυνση ότι ούτε η κατάχρηση εξουσίας, ούτε η αστυνομική βία ούτε η όποια άλλη εκδικητική και προβοκατόρικη πράξη θα μας αποπροσανατολίσει από τη συνέπεια με την οποία προασπιζόμαστε και θα συνεχίσουμε να προασπιζόμαστε τα ανθρώπινα δικαιώματα σε αυτή την κοινωνία.
Γύρω στις 10.30 το πρωί έξω από τα γραφεία της ΚΙΣΑ ακούστηκε άτομο να φωνάζει σε έντονο ύφος και ο Εκτελεστικός Διευθυντής της ΚΙΣΑ μαζί με άλλους γείτονες έσπευσαν να δουν τι συμβαίνει, οπόταν διαπίστωσαν ότι οι φωνές προέρχονταν από γνωστό αστυνομικό της μονάδας Ζ, ο οποίος στη συνέχεια μιλούσε στον ασύρματο και ταυτόχρονα με νεαρό οδηγό μοτοσυκλέτας που ήταν παρκαρισμένη στην άκρη του πεζοδρομίου.
Όταν ο Εκτελεστικός Διευθυντής της ΚΙΣΑ πλησίασε για να ρωτήσει το νεαρό τί συνέβηκε και αν χρειαζόταν βοήθεια, ο αστυνομικός του ζήτησε με αγένεια να φύγει αμέσως και όταν αυτός αρνήθηκε, λέγοντας ότι είναι δημόσιος χώρος και έχει κάθε δικαίωμα να παραμείνει και να παρακολουθήσει τι γίνεται ο αστυνομικός του δήλωσε ότι τελεί υπό σύλληψη για παρακώλυση του έργου της αστυνομίας. Στη συνέχεια ο εν λόγω αστυνομικός ειδοποίησε συναδέλφους του, οι οποίοι έφτασαν στο χώρο και προχώρησαν στη σύλληψη του και μεταφορά του με χειροπέδες στον αστυνομικό σταθμό Λυκαβητού.
Με σύλληψη απείλησε επίσης όλα τα άλλα άτομα της ΚΙΣΑ που βρίσκονταν εκεί, ιδιαίτερα σε περίπτωση προβολής φωτογραφικού ή άλλου υλικού. Κι αυτό παρά τις διαβεβαιώσεις του Δώρου Πολυκάρπου ότι δεν υπήρχε καμιά πρόθεση να δυσχεράνει ή να παρεμποδίσει το έργο της αστυνομίας, υποδεικνύοντας όμως ότι αυτό πρέπει να γίνεται στο πλαίσιο του σεβασμού των δικαιωμάτων των υπό αστυνομική διερεύνηση ατόμων.
Δεν είναι γνωστό κατά πόσο ο συγκεκριμένος αστυνομικός φέρεται και σε Κύπριους/ες με τον ίδιο τρόπο αλλά η ΚΙΣΑ κατέχει πολλές καταγγελίες από μετανάστριες/ες για τη βίαιη, ασεβή και απαράδεκτη γενικά συμπεριφορά του εν λόγω αστυνομικού εναντίον τους. Μάλιστα πρόσφατα, κατά την Πορεία Υπερηφάνειας (Pride Parade) την 1η Ιουνίου 2019, ομάδα της ΚΙΣΑ που συμμετείχε στην Πορεία, περιλαμβανόμενου και του Δώρου Πολυκάρπου, καθώς και πολλών άλλων ατόμων, ήταν μάρτυρες αυτής της συμπεριφοράς του αστυνομικού εναντίον μετανάστη στην Πλατεία Σολωμού. Για το περιστατικό αυτό, ο αστυνομικός έχει καταγγελθεί από την ΚΙΣΑ στην Ανεξάρτητη Αρχή Διερεύνησης Ισχυρισμών και Παραπόνων κατά της Αστυνομίας (ΑΔΙΠΑ) και ο εκτελεστικός Διευθυντής της ΚΙΣΑ είναι ένας από τους μάρτυρες στην καταγγελία.
Η ΚΙΣΑ είναι της άποψης ότι και αυτή η υπόθεση, η έκτη κατά σειρά, αποτελεί μέρος της ποινικοποίησης και προσπάθειας εκφοβισμού και εκδικητικότητας εναντίον της για το έργο που επιτελεί για την στήριξη των μεταναστριών/ών και την προάσπιση των ανθρωπίνων δικαιωμάτων. Είμαστε δε βέβαιοι ότι, όπως και στις πέντε προηγούμενες ποινικές διώξεις, όλες από τις οποίες απορρίφθηκαν πανηγυρικά από το δικαστήριο, και αυτή τη φορά η δικαιοσύνη θα αποφανθεί για τη ματαιότητα και γελοιότητα αυτής της προσπάθειας.
Η ΚΙΣΑ θα προβεί σε ακόμα μια καταγγελία στην ΑΔΙΠΑ, εναντίον του συγκεκριμένου αστυνομικού, καλεί όμως τον αρχηγό της Αστυνομίας και τον Υπουργό Δικαιοσύνης να προχωρήσουν άμεσα στη διερεύνηση του τρόπου άσκησης των καθηκόντων και εξουσιών από τον συγκεκριμένο αστυνομικό, τα στοιχεία του οποίου έχουν διαβιβαστεί και τηλεφωνικά στο γραφείο του Αρχηγού της Αστυνομίας και στο γραφείο του Αστυνομικού Διευθυντή Λευκωσίας και κατά πόσο αυτός είναι ικανός και κατάλληλος να ασκεί τα καθήκοντα και εξουσίες του, χωρίς προκαταλήψεις, λαμβανομένων υπόψη όλων των μέχρι σήμερα καταγγελιών εναντίον του, τόσο από την ΚΙΣΑ όσο και ενδεχομένως από άλλους πολίτες ή μετανάστες. Η ΚΙΣΑ καλεί επίσης τις αρμόδιες αρχές όπως επιδείξουν τη δέουσα αυστηρότητα στην αντιμετώπιση τόσο του συγκεκριμένου αστυνομικού όσο και όλων των μελών της αστυνομικής δύναμης που διακατέχονται από την ίδια νοοτροπία αυθαιρεσίας, ετσιθελισμού και κατάχρηση της εξουσίας τους εις βάρος των πολιτών.
Διοικητικό Συμβούλιο ΚΙΣΑ
Το έτος 1948 αποτέλεσε το χρόνο των πιο σκληρών αγώνων της Κυπριακής Εργατικής Τάξης, σύμφωνα με τον πρώην Γενικό Γραμματέα της ΠΕΟ, Ανδρέα Ζιαρτίδη.[1] Η εργατική τάξη της Κύπρου ήρθε σε μετωπική σύγκρουση- οικονομική, πολιτική και ιδεολογική- τόσο με την άρχουσα τάξη, ντόπια και ξένη, αλλά και με το αποικιακό καθεστώς και τους ανελεύθερους του νόμους. Το παρόν κείμενο θα καταπιαστεί, σαν επετειακό, με τον Αύγουστο του 1948 όπου το νησί έβραζε, όχι μόνο από τις θερμοκρασίες που παραδοσιακά χτυπούν κόκκινο, και ανάγκαζαν την αποικιακή κυβέρνηση να αποτραβηχτεί στα ορεινά, αλλά από την όξυνση της ταξικής αναμέτρησης, με επίκεντρο τις απεργίες των αμιαντωρύχων και των οικοδόμων. Παρόλο που ο Αύγουστος είναι συνυφασμένος με την ακινησία και τους αργούς καλοκαιρινούς ρυθμούς, εκείνος ο Αύγουστος, γεννημένος μέσα στις οξυμένες διεθνείς και τοπικές συνθήκες, έμελλε να σημαδέψει το Κυπριακό εργατικό κίνημα.
Μετά τη λήξη της πεντάμηνης απεργίας των μεταλλωρύχων της ΚΜΕ το Μάη, σειρά στην επίθεση της εργοδοσίας πήραν τα άλλα κομμάτια της εμπροσθοφυλακής του Κυπριακού συντεχνιακού κινήματος, οι αμιαντωρύχοι και οι οικοδόμοι, τον Αύγουστο του 1948. Η μεν πρώτη των αμιαντωρύχων έληξε με νίκη της συντεχνίας μετά από ένα μήνα, η δε δεύτερη των οικοδόμων ξεκίνησε στις 26 Αυγούστου και έληξε στις 18 του Δεκέμβρη. Η σημασία των απεργιών του 1948, έγκειται στο ότι με το πλευρό της εκάστοτε εργοδοσίας συνασπίστηκε η ντόπια και ξένη αστική τάξη, τα κόμματα και οι εφημερίδες της Δεξιάς, η Εκκλησία αλλά και το ίδιο το αποικιακό καθεστώς, ενώ δίπλα στους απεργούς συστρατεύτηκε ολόκληρη η εργατική τάξη και η φτωχή αγροτιά και το κόμμα τους, το ΑΚΕΛ. Σε μια περίοδο έντασης του αντιαποικιακού αγώνα, κι ενώ η ντόπια αστική τάξη απέρριπτε λεκτικά την όποια συνεργασία με την αποικιακή κυβέρνηση, βρέθηκε ξαφνικά στην ίδια γραμμή πάλης με τους Άγγλους αποικιοκράτες, απέναντι στα πιο δυναμικά κομμάτια της Κυπριακής εργατικής τάξης.
Η επιρροή της Αριστεράς ποτέ δεν είχε εξαρτηθεί από την πρόσβαση στον κυβερνητικό μηχανισμό ή στις δομές εξουσίας της ελληνικής κοινότητας. Η παράταξη αντλούσε τη δύναμη της από την υποστήριξη την οποία της παρείχαν τα λαϊκά στρώματα τα οποία ήταν οργανωμένα στα κατά τόπους παραρτήματα των μορφωτικών συλλόγων, στα συνεργατικά ιδρύματα και κυρίως στις εργατικές συντεχνίες.[2] Προκειμένου να κατασταλεί η επιρροή της παράταξης ως συνόλου, έπρεπε να νικηθεί το ταξικό συνδικαλιστικό κίνημα και μαζί του να επέλθει και η πολιτικό-ιδεολογική ήττα του ΑΚΕΛ. Άλλωστε, μέσα σε συνθήκες όξυνσης της ταξικής αναμέτρησης, μια σειρά ζητήματα τα οποία είχαν εκ πρώτης όψεως οικονομικό χαρακτήρα, συνδέονταν άρρηκτα με τον αντί-αποικιακό αγώνα.’[3]
Οι ταξικοί απεργιακοί αγώνες έγιναν μέσα σε συνθήκες έντονης ιδεολογικο-πολιτικής πόλωσης, τόσο εντός της Κύπρου όσο και διεθνώς. Παρόλο που οι δύο αυτοί παράγοντες αλληλοεπηρεάζονταν σε μια διαλεκτική σχέση, θα τους διαχωρίσουμε για χάρη της ανάλυσης. Το 1948 ήταν χρονιά οικονομικής κρίσης στη Βρετανία, μετά και την Κρίση της Μετατρεψιμότητας της Στερλίνας με το Δολάριο το καλοκαίρι του 1947. Η οικονομική κρίση μεταφέρθηκε και στην Κύπρο το 1948, όπου η τάση καθ’ όλη τη διάρκεια του έτους ήταν η πτώση των μισθών λόγω της μείωσης των εξαγωγών, κυρίως προς τη Μεγάλη Βρετανία και η άνοδος της ανεργίας.[4] Κατά συνέπεια, οι εργοδότες στο νησί προσπάθησαν να πάρουν πίσω όλες τις κατακτήσεις του συνδικαλιστικού κινήματος και της εργατικής τάξης συνολικά.
Σε συνάρτηση με τα πιο πάνω, και που το σημειώνουν οι Άγγλοι στα έγγραφα της εποχής, είναι ότι η ιστορία των μισθών στην Κύπρο, είναι μια ιστορία αγώνα δρόμου για να συμβαδίζουν με την αύξηση του κόστους διαβίωσης.[5] Ο πληθωρισμός την περίοδο 1947-1948 έφτασε το 24.5%, εκμηδενίζοντας έτσι το λαϊκό εισόδημα.[6] Επίσης, ο δείκτης για τις τιμές των τροφίμων πρώτης ανάγκης για την ίδια χρονική περίοδο, ανέβηκε κατά 19% κάνοντας ακόμα πιο δύσκολη τη διαβίωση της εργατικής οικογένειας, αφού το μεγαλύτερο μέρος του μεροκάματου πήγαινε αμέσως σε τρόφιμα πρώτης ανάγκης.[7] Η μετωπική σύγκρουση του ’48, διεξήχθη μέσα σε πολύ αντίξοες οικονομικές συνθήκες για το εργατικό κίνημα, όπου έπρεπε από τη μια να διεκδικήσει τα τρέχοντα οικονομικά αιτήματα και από την άλλη να υπερασπιστεί τις παλαιότερες κατακτήσεις του, με κυριότερο το δικαίωμα στο συνδικαλισμό. Όπως αναφέρει άλλωστε και ο Ζιαρτίδης, ο χαρακτήρας του αγώνα ήταν αμυντικός.[8]
Στις διεθνείς εξελίξεις το 1948 έχουμε την έναρξη του Ψυχρού Πολέμου μετά την απόσπαση σειράς χωρών της Ανατολικής Ευρώπης από το καπιταλιστικό στρατόπεδο. Στην Ελλάδα, ο εμφύλιος πόλεμος μεταξύ του Δημοκρατικού Στρατού Ελλάδας, υπό την ηγεσία του Κομμουνιστικού Κόμματος Ελλάδας και της ελληνικής κυβέρνησης που υποστηριζόταν από τη Βρετανία και τις Ηνωμένες Πολιτείες, ήταν στην πιο κρίσιμη του καμπή. Όλα αυτά είχαν άμεσο αντίκτυπο στο νησί, αφού είχαν γεννήσει ένα έντονο αντικομμουνισμό. Ο εθνικισμός της Δεξιάς εκφραζόταν υπό τη μορφή του αντικομμουνισμού και το κύριο του χαρακτηριστικό ήταν η έντονη και βίαιη αντίθεση προς το μαζικό λαϊκό κίνημα, των ταξικών συντεχνιών και αγροτικών οργανώσεων.’[9]
Η έναρξη του Ψυχρού Πολέμου, σε συνδυασμό με τον εμφύλιο πόλεμο στην Ελλάδα, είχαν και μια άλλη επίδραση στην Κύπρο, που αφορούσε τις Κυπριακές εθνικές φιλοδοξίες. Μια μελλοντική σοσιαλιστική Ελλάδα, σε συνδυασμό με ένα ισχυρό κομμουνιστικό κίνημα στην Κύπρο, ήταν κάτι που έπρεπε να αποφευχθεί, αφού το νησί είχε αποκτήσει σημαντική στρατηγική σημασία για τα βρετανικά συμφέροντα στη Μέση Ανατολή και οποιεσδήποτε εσωτερικές εξελίξεις θα είχαν άμεσες επιπτώσεις σε ολόκληρη την περιοχή. Η απώλεια του κράτους κατ’ εντολή της Παλαιστίνης και η άτακτη φυγή των Βρετανών από εκεί, η αποχώρηση των Βρετανικών στρατευμάτων από την Κυρηναϊκή, και τέλος η κατάρρευση των διαπραγματεύσεων με την Αιγυπτιακή Κυβέρνηση για την ανανέωση της Αγγλο-Αιγυπτιακής Συνθήκης του 1936, είχαν ως αποτέλεσμα την επισφαλή θέση της Μεγάλης Βρετανίας στην περιοχή της Ανατολικής Μεσογείου. Συνέπεια των εξελίξεων στην περιοχή, ήταν η Κύπρος να παραμείνει το μοναδικό στρατηγικό σημείο στην περιοχή για τα Βρετανικά στρατηγικά συμφέροντα. Χαρακτηριστικά, σε δύο διαφορετικά σημειώματα των Αρχηγών του Γενικού Επιτελείου Στρατού (Chiefs of Staff Committee) και της υποεπιτροπής Joint Planning Staff το Μάρτη και Νοέμβρη του 1947, τόνιζαν τη σημασία του να διατηρηθεί η επικυριαρχία της Βρετανίας στην Κύπρο.[10]
Ήδη από τον Ιούνη, η Συντεχνία αμιαντωρύχων είχε υποβάλει στη διεύθυνση της Tunnel Asbestos Company, εταιρεία Αγγλο-Δανικών συμφερόντων, τα αιτήματά της. Αυτά προνοούσαν αύξηση κατά 5% στα μεροκάματα, αναγνώριση της Επιτροπής Εργατικών Διαφορών, αυξημένη πληρωμή της υπερωρίας, ώστε να υπολογίζεται η μια ώρα μιάμιση τις καθημερινές και η μια ώρα δύο τις Κυριακές.[11] Σε αυτά τα αιτήματα προστέθηκε και η επαναπρόσληψη των απολυμένων εργατών, όταν τον Ιούλη η εταιρεία απέλυσε εκδικητικά 15 συνδικαλιστές, λόγω του ότι η ΠΕΟ είχε καταφέρει να εκλέξει την Επιτροπή του Ταμείου Ιατρικής Περίθαλψης. Η εταιρεία απέρριψε όλα τα αιτήματα της συντεχνίας και αρνήθηκε την όποια συζήτηση με αυτή, υπολογίζοντας και στην υποστήριξη που θα είχε από το αποικιακό καθεστώς, αλλά και τους απεργοσπαστικούς μηχανισμούς των «νεοσυντεχνιακών» της ΣΕΚ. Αυτοί οι υπολογισμοί της εταιρείας δεν ήταν αβάσιμοι αφού υπήρχε το χρήσιμο προηγούμενο της απεργίας των μεταλλωρύχων της ΚΜΕ, όπου τόσο το αποικιακό καθεστώς όσο και η ντόπια αστική τάξη με τους μηχανισμούς τους έδρασαν ανοικτά υπέρ της εταιρείας. Συνεπώς, στις 2 Αυγούστου, η συντεχνία κήρυξε την έναρξη της απεργίας με τις εργασίες στο μεταλλείο να σταματούν.
Η Tunnel Asbestos Co. Κατείχε προπολεμικά βαρύνουσα θέση στην ντόπια παραγωγική διαδικασία, κάτι που προσπάθησε να ανακτήσει με την επανέναρξη κανονικών παραγωγικών συνθηκών το 1945. Η εταιρεία στη μεταπολεμική περίοδο μπήκε δυναμικά στην εξόρυξη και εξαγωγή αμιάντου. Στηριζόμενη στην ψηλή παγκόσμια τιμή του αμιάντου, λόγω της αυξημένης ζήτησης για την ανοικοδόμηση της κατεστραμμένης Ευρώπης, γρήγορα ξεπέρασε τις προπολεμικές εξαγωγές της σε αμίαντο, τόσο σε όγκο αλλά και σε αξία. Παρόλο που η εξόρυξη και επεξεργασία του αμιάντου μπορούσε να χρησιμοποιηθεί στην τοπική παραγωγική διαδικασία και συγκεκριμένα στον τομέα των κατασκευών, η εταιρεία προτιμούσε το μεγαλύτερο μέρος του επεξεργασμένου αμίαντου να το εξάγει στη Δανία, Μεγάλη Βρετανία και Ιρλανδία. Ενδεικτικά να αναφέρουμε ότι, ενώ το 1938 εξάχθηκαν 5578 τόνοι επεξεργασμένου αμίαντου αξίας £110.000, αμέσως με το τέλος του πολέμου το 1945, η εταιρεία κατάφερε να εξάγει 3445 τόνους επεξεργασμένου αμιάντου αξίας £120.000.[12] Το 1945 οι εξαγωγές αμιάντου σε αξία αντιπροσώπευαν το 35.6% από τις συνολικές Κυπριακές εξαγωγές μεταλλεύματος, σε αντίθεση με την προπολεμική περίοδο (1938), που αυτές μετά βίας ξεπερνούσαν το 7% της συνολικής αξίας εξαγόμενου μεταλλεύματος από την Κύπρο. Για να καταλάβουμε τη σημασία των εξαγωγών μεταλλευμάτων της Κύπρου, το 1938 αυτές οι εξαγωγές αντιπροσώπευαν το 53% όλων των εξαγωγών του νησιού. To 1947, εξάχθηκαν 7021 τόνοι αμιάντου αξίας £280.000, που αντιπροσώπευε το 12.1% των μεταλλευτικών εξαγωγών σε αξία από την Κύπρο και αντίστοιχα το 4.4% των συνολικών εξαγωγών της Κύπρου.[13]
Η εταιρεία μπόρεσε, παρόλη την απόλυτη άνοδο στα εργατικά της κόστη, να καρπώνεται σε κέρδος τις υψηλές μεταπολεμικές τιμές του επεξεργασμένου αμίαντου.[14] Σε αυτό συνέτειναν δυο παράγοντες. Ο πρώτος, που δείχνει και την άψογη συνεργασία της αστικής τάξης με το αποικιακό κράτος, ήταν το γεγονός ότι το 1947 η κυβέρνηση μείωσε τα μεταλλευτικά δικαιώματα που πλήρωνε η εταιρεία από 5% πάνω στην αξία του εξαγώμενου μεταλλεύματος στο 1.5%.[15] Ο δεύτερος παράγοντας ήταν οι πρώτες μεταπολεμικές κεφαλαιακές επενδύσεις της εταιρείας που έγιναν το 1950-1951 και που βοήθησαν στον εκσυγχρονισμό της παραγωγής και στην άνοδο της παραγωγικότητας της εργασίας.[16]
Από την πρώτη κιόλας μέρα της απεργίας, η υπόθεση των αμιαντωρύχων έγινε υπόθεση ολόκληρης της εργατικής τάξης, αφού η αστυνομία προσπάθησε βίαια να διαλύσει την πορεία των απεργών προς τα γραφεία της εταιρείας, τραυματίζοντας έξι εργάτες. Σαν απάντηση, οι απεργοί προχώρησαν στην κατάληψη διάφορων μύλων της εταιρείας και πάλι όμως η αποικιακή αστυνομία προστάτευσε το ξένο κεφάλαιο, αφού βίαια κατέστειλε τις καταλήψεις και προχώρησε στη σύλληψη 51 εργατών.[17] Από εκείνη τη στιγμή, ο αγώνας των αμιαντωρύχων έγινε αγώνας για να αναγνωριστεί η συντεχνία και να διασφαλιστούν τα στοιχειώδη συνδικαλιστικά δικαιώματα. Μόλις έγιναν γνωστές οι αστυνομικές βιαιότητες και η αυθαιρεσία της εταιρείας, διοργανώθηκαν σε όλες τις πόλεις της Κύπρου διαδηλώσεις από ολόκληρο το Λαϊκό Κίνημα. Στις εργατικές κινητοποιήσεις κυριαρχούσαν τα συνθήματα «Κάτω τα χέρια από τους εργάτες», «Εξουσίες στο λαό», «Αυτοκυβέρνηση» και «Ελευθερία». Όπως πολύ σωστά παρατηρεί ο Κατσιαούνης ‘η πολιτική της Αριστεράς εύρισκε έτσι πρόσφορο έδαφος, θέτοντας σε πολιτικό πλαίσιο τα κοινωνικά ζητήματα τα οποία διεκδικούσε’.[18] Το αποικιακό καθεστώς δεν έμεινε με σταυρωμένα τα χέρια, αφού προχώρησε στη σύλληψη ολόκληρης της ηγεσίας του λαϊκού κινήματος, με την κατηγορία της διοργάνωσης και συμμετοχής σε παράνομη διαδήλωση.[19] Ταυτόχρονα, η εταιρεία προχώρησε και σε εκδικητικά αντίποινα, αφού σταμάτησε τη δωρεάν διανομή ψωμιού, στο οποίο πολλές οικογένειες εξαρτούσαν τη διαβίωση τους και ταυτόχρονα διέταξε τους απεργούς να εγκαταλείψουν τα σπίτια που τους είχε παραχωρήσει η εταιρεία.[20]
Το εργατικό κίνημα της Κύπρου συνειδητοποιώντας ότι ο αγώνας των αμιαντωρύχων ήταν αγώνας ολόκληρης της εργατικής τάξης χρησιμοποίησαν το όπλο της Παγκύπριας παναπεργίας. Στις 13 Αυγούστου, ημέρα που δικαζόταν η ηγεσία του λαϊκού κινήματος, προκηρύχτηκε από τη ΠΕΟ 24ωρη Παγκύπρια παναπεργία. Οι εκδηλώσεις αλληλεγγύης αλλά και η αποφασιστικότητα της συντεχνίας απέδωσαν καρπούς, αφού πολλοί νεοσυντεχνιακοί εργάτες αποχώρησαν από την ΣΕΚ και προσχώρησαν στην ΠΕΟ. Το σημαντικότερο όμως είναι ότι η διεύθυνση της εταιρείας κάθισε στο τραπέζι των διαπραγματεύσεων με απεργιακή επιτροπή της συντεχνίας.[21] Ως επακόλουθο των διαπραγματεύσεων, στις 30 Αυγούστου λύθηκε η απεργία, αφού ικανοποιήθηκαν τα αιτήματα των απεργών, και ειδικότερα το ζήτημα της επαναπρόσληψης όλων των εργατών και την ακύρωση της «εξορίας» του Γραμματέα της Συντεχνίας Χριστοφή Λασέττα από την περιοχή των μεταλλείων.[22]
Πριν ακόμα λυθεί η απεργία της συντεχνίας των αμιαντωρύχων, ένας άλλος αγώνας ξεκίνησε για την εργατική τάξη της Κύπρου, ένας αγώνας που χαρακτηρίστηκε από τον Β. Γ. Γ. της ΠΕΟ Ανδρέα Φάντη σαν ‘η πιο σοβαρή μάχη του ‘48’.[23] Τόση σημασία προσέδωσε η ΠΕΟ σε αυτή την απεργιακή μάχη, που σε άρθρο του στο Δημοκράτη, μια μέρα πριν την κήρυξη απεργίας, ο Φάντης τόνιζε ότι ‘δεν είναι καθόλου υπερβολή να λεχθεί πως η έκβαση αυτής της απεργίας θα επηρεάσει σε πολύ μεγάλο βαθμό τις μέχρι σήμερα κατακτήσεις του εργατικού μας κινήματος, τη μελλοντική πορεία του κινήματος μας, την οργανωτική του ανάπτυξη και σαν αποτέλεσμα όλων των πιο πάνω, τις πολιτικές κατακτήσεις και τους μελλοντικούς πολιτικούς αγώνες του λαού μας.’[24] Η απεργία αυτή είχε τον πιο έντονο πολιτικό χαρακτήρα από όσες είχαν γίνει μέχρι τότε στη Κύπρο.[25] Ενώ στη περίπτωση των μεταλλωρύχων της ΚΜΕ και των αμιαντωρύχων της Asbestos Tunnel Co. ο εργοδότης ήταν ξένος, στην περίπτωση των οικοδόμων οι εργολάβοι ήταν Κύπριοι, και γύρω τους συνασπίστηκε όλη η ντόπια κεφαλαιοκρατία, με αποτέλεσμα η σύγκρουση να προσλάβει έντονα ταξικό και πολιτικό περιεχόμενο. Ήδη από τις 18 Αυγούστου σε σύσκεψη των οργανώσεων της Δεξιάς, διακηρύχτηκε ότι επρόκειτο να δραστηριοποιηθούν υπέρ των εργολάβων σε περίπτωση διαφοράς τους με την ΠΕΟ.[26]
Η συντεχνία πρόταξε οικονομικά αιτήματα, όπως την αύξηση των κατώτατων μεροκαμάτων κατά 3 σελίνια και την αύξηση της συνδρομής των εργολάβων στις Συντεχνιακές Κοινωνικές Ασφαλίσεις κατά 3 γρόσια την εβδομάδα. Αυτά τα αιτήματα έγιναν αμέσως αποδεχτά από τους εργολάβους. Το κύριο σημείο διαφωνίας όμως, ήταν η αξίωση του Συνδέσμου Εργολάβων Οικοδομών να διαγραφεί άρθρο της προηγούμενης σύμβασης, που καθόριζε ότι μόνο μέλη της ΠΕΟ μπορούσαν να προσλαμβάνονται. Αυτό το ζήτημα ήταν καίριο αφού με την «ελεύθερη πρόσληψη», οι εργολάβοι θα είχαν τα χέρια τους λυμένα για να προβαίνουν σε σκανδαλώδεις διακρίσεις σε βάρος των εργατών που ήταν οργανωμένοι στην ΠΕΟ. Αν έκανε πίσω η συντεχνία σε αυτό το θέμα, ουσιαστικά θα προσυπέγραφε την αυτοκαταστροφή της αν λάβουμε υπόψη το πολωμένο κλίμα της εποχής.[27] Η ιθύνουσα τάξη, ενθαρρύνοντας τους εργολάβους να απορρίψουν τη συνομολόγηση συλλογικής σύμβασης με την ΠΕΟ και προσφέροντας ταυτόχρονα την εναλλακτική λύση της εργοδότησης μέσω της ΣΕΚ, δε στόχευε απλά στο να επιτύχει όρους απασχόλησης ευνοϊκότερους για την εργοδοσία. Στην πραγματικότητα, ο απώτερος σκοπός ήταν να εξοστρακιστεί το ταξικό συντεχνιακό κίνημα ή έστω να επέλθει η διαφοροποίηση του χαρακτήρα του, με βραχυπρόθεσμο στόχο τη συρρίκνωση της παράταξης της Αριστεράς στις δημοτικές εκλογές του 1949.[28]
Η απεργία επηρέαζε 1200 εργάτες, αλλά από τις πρώτες μέρες της απεργίας, μερικοί εργολάβοι δέχτηκαν τα αιτήματα και 400 εργάτες επέστρεψαν στις δουλειές τους.[29] Εκτός από τους απεργοσπαστικούς μηχανισμούς της ΣΕΚ αλλά και τους κατασταλτικούς μηχανισμούς του κράτους, που απροκάλυπτα πήραν το μέρος των εργολάβων και των απεργοσπαστών, οι απεργοί είχαν να αντιμετωπίσουν αυτή τη φορά και το καινούργιο φαινόμενο της ριζοσπαστικοποιημένης δεξιάς που πήρε τη μορφή της «Χ» Κύπρου, όπου δρούσαν σαν παρακρατικοί συνοδεύοντας απεργοσπάστες στις οικοδομές και επιτίθονταν στους δρόμους σε στελέχη του λαϊκού κινήματος.[30] Την ίδια ώρα που η «Χ» είχε το ελεύθερο να δρα στους δρόμους της Λευκωσίας ανενόχλητη, εργαζόμενοι και μέλη μαζικών οργανώσεων σύρονταν στα δικαστήρια ‘για παραπτώματα των οποίων η φύση φανέρωνε πόσο το καθεστώς φοβόταν το λαό που κυβερνούσε.’[31] Για παράδειγμα, στις 2 Σεπτεμβρίου το Επαρχιακό Δικαστήριο Λεμεσού καταδίκασε το Δήμαρχο της πόλης Πλουτή Σέρβα, τους Δημοτικούς Συμβούλους Κώστα Παρτασίδη και Παντίνο Μαυρογένη και άλλα 10 συνδικαλιστικά στελέχη της Αριστεράς με την κατηγορία της παράνομης παρέλασης.[32]
Λόγω της βίας των εργολάβων και της κυβέρνησης, αλλά και των αντικειμενικών οικονομικών δυσχερειών τις οποίες αντιμετώπιζαν οι απεργοί λόγω της μακροχρόνιας απεργίας, μια μερίδα απεργών απάντησαν με αντιβία. Σε μερικές περιπτώσεις δυναμιτίστηκαν υποστατικά που ανήκαν σε απεργοσπάστες, αλλά το αποκορύφωμα της αντιβίας ήταν η ανατίναξη του υπό κατασκευή ασύρματου σταθμού της RAF στη Λευκωσία.[33]
Τελικά, μετά από ένα τετράμηνο απεργιακό αγώνα, η συντεχνία των οικοδόμων βγήκε κερδισμένη, αφού στις 18 Δεκεμβρίου 1948 υπεγράφη καινούρια συμφωνία με το Σύνδεσμο Εργολάβων Λευκωσίας.[34] Προς αποφυγή διακρίσεων εις βάρος της ΠΕΟ, οι εργολάβοι αποδέχτηκαν την ίδρυση Γραφείου Εξευρέσεως Εργασίας, όπου θα καταγράφονταν οι άνεργοι κατά σειρά προσέλευσης και οι εργολάβοι θα μπορούσαν να προσλάβουν προσωπικό μόνο μέσω του Γραφείου. Επιπλέον, η συμφωνία επέβαλλε την απόλυση όλων των απεργοσπαστών που εργοδοτήθηκαν κατά τη διάρκεια της απεργίας. Η πολιτική σημασία της απεργίας ήταν πολύπλευρη, αφού η οξύτατη αναμέτρηση είχε συμβάλει στην παραπέρα πόλωση μεταξύ των Ελληνοκυπρίων. Το γεγονός ότι η ΠΕΟ είχε ανταπεξέλθει σε μια τόσο δύσκολη αναμέτρηση, εξανάγκασε την ιθύνουσα τάξη να ενισχύσει ακόμα περισσότερο τους προσανατολισμούς της προς την ασφάλεια την οποία παρείχε η Βρετανική εξουσία.
Όλοι αυτοί οι παράγοντες, μαζί με την απροθυμία των Βρετανών να δώσουν πλήρη Αυτοκυβέρνηση σε μια αποικία που θεωρούσαν ότι θα κυριαρχούσαν οι κομμουνιστές, συνέτειναν στην κατάρρευση της Διασκεπτικής Συνέλευσης, που είχε αρχίσει τις διεργασίες της το Νοέμβρη του 1947 και θα καθόριζε το συνταγματικό μέλλον της Κύπρου. Γι’αυτό, ενώ η Διασκεπτική είχε δημιουργηθεί για να διαμορφώσει και να υποβάλει προτάσεις για σύνταγμα, τελικά το σύνταγμα το υπέβαλε η ίδια η Κυβέρνηση προς τη Συνέλευση. Το ΑΚΕΛ που συμμετείχε στη Διασκεπτική μέσω των εκλελεγμένων δημάρχων του και των συνδικαλιστών της ΠΕΟ, απέρριψε το περιορισμένο, δοτό σύνταγμα δηλώνοντας ότι δε θα αποδεχόταν προδοτικούς συμβιβασμούς. Εντείνοντας τον μαζικό πολιτικό αγώνα, την 1η Αυγούστου μαζί με τον Εθνικό Απελευθερωτικό Συνασπισμό, προχώρησε στην οργάνωση Παγκύπριου Λαϊκού Συνεδρίου Αυτοκυβέρνηση διατρανώνοντας ότι δε θα συνθηκολογήσει στην ξένη κυριαρχία ούτε στα σχέδια του ιμπεριαλισμού να μετατρέψουν το νησί σε Αμερικανο-Βρετανική βάση.[35]
Το Λαϊκό Κίνημα το 1948 με μπροστάρη το ταξικό συνδικαλιστικό κίνημα, έδωσε τις πιο σκληρές μάχες στην ιστορία του. Οι απεργιακές μάχες ξέφυγαν από το στενά συνδικαλιστικό και οικονομικό και πήραν πολιτική μορφή. Η εργατική τάξη της Κύπρου αντιπάλεψε με επιτυχία την ντόπια και ξένη πλουτοκρατία, τους απεργοσπαστικούς μηχανισμούς της ΣΕΚ, τους παρακρατικούς τραμπουκισμούς της οργάνωσης «Χ» και εν τέλει το ίδιο το αποικιακό κράτος με τους κατασταλτικούς μηχανισμούς του και βγήκε νικήτρια. Απέδειξε έμπρακτα τη δυναμική και την αποφασιστικότητα της να παίξει καθοριστικό ρόλο στις εξελίξεις, τόσο στα κοινωνικά όσο και στα πολιτικά ζητήματα. Και όλα αυτά μέσα σε εξαιρετικά αντίξοες συνθήκες οικονομικής κρίσης, έξαρσης του αντικομμουνισμού και ένταση της καταστολής από πλευράς της αποικιοκρατίας, για να ξεκάνει τη μόνη παράταξη που αμφισβητούσε έμπρακτα την κυριαρχία της, την παράταξη της Αριστεράς.
Αλέξης Αντωνίου
Πανεπιστήμιου του Βοσπόρου, Κωνσταντινούπολη.
Σημειώσεις:
[1] Δημοκράτης, ‘Το 48, Χρόνος των πιο σκληρών αγώνων της εργατικής τάξης’, 19 Σεπτεμβρίου 1948.
[2] Ρ. Κατσιαούνης, Η Διασκεπτική 1946-1948, Με Aνασκόπηση της Περιόδου 1878-1945 (Λευκωσία: Κέντρο Επιστημονικών Ερευνών, 2000), σ. 488.
[3] Οπ. Παρ., σ. 472.
[4] Colonial Office, Colonial Annual Reports: Cyprus 1949 (London: HMSO, 1951), σ.10; Δημοκράτης, ‘Η Ανεργία’, 21 Ιουλίου 1948.
[5] A. Avraamides, ‘The Colonial Period – Labour Relations in Cyprus, 1931-1956, in J. H. Slocum (ed.) The Development of Labour Relations in Cyprus (Nicosia: Ministry of Labour and Social Insurance, 1972), σ. 32.
[6] Οπ. Παρ.
[7] CO 67/339/1, Labour Conditions in Cyprus in 1947 (Nicosia: Government Printing Office, 1948).
[8] Α. Φάντης, ‘Στον Αγώνα για Ψωμί, Εξουσία, Λευτεριά’, Δημοκράτης, Τεύχος 6, Νοέμβρης 1948.
[9] Κατσιαούνης, Η Διασκεπτική (2000), σσ. 124-125.
[10] ‘The Defence of the Commonwealth: Memorandum by the Chiefs of Staff for the Cabinet Defence Committee on the General Requirements for Survival in a future War’, 7 March 1947 as seen in J. Kent (ed.), Egypt and the Defence of the Middle East 1945-1951, Part 1 (British Documents on the End of Empire Project, 1998); DEFE 6/4, JP (47) 137, ‘Report by Joint Planning Staff for the Chiefs of Staff Committee’, 4 November 1947.
[11] ΠΕΟ, Ιστορία ΠΣΕ-ΠΕΟ 1941-1991 (Λευκωσία: ΠΕΟ, 1991), σ. 144.
[12] Δημοκράτης, ‘Αμίαντος- Το Βατικανό του Κούκουλα’, 7 Αυγούστου 1948; CO 67/339/1, ‘Trade During 1947’ (Nicosia: Nicosia Printing Office, 1948), p. 5.
[13] W. Parry James, Annual Report of the Inspector of Mines for the Year 1947 (Nicosia: Government Printing Office, 1948).
[14] Δημοκράτης, Ο Αγώνας των Αμιαντωρύχων και τα Τεράστια Κέρδη της Εταιρείας Αμιάντου, 12 Αυγούστου 1948.
[15] Δημοκράτης, ‘Παναπεργία’, 13 Αυγούστου 1948.
[16] W. Parry James, Annual Report of the Inspector of Mines for the Year 1950 (Nicosia: Government Printing Office, 1951).
[17] Δημοκράτης, ‘Τα Χθεσινά Δραματικά Γεγονότα στο Μεταλλείο Αμιάντου’, 3 Αυγούστου 1948.
[18] Κατσιαούνης, Η Διασκεπτική (2000), σ. 473.
[19] Δημοκράτης, ’28 Στελέχη του Λαϊκού Κινήματος στο Δικαστήριο’, 4 Αυγούστου1948.
[20] Δημοκράτης, ‘Ο Αγώνας των Εργατών Αμιάντου Συνεχίζεται’, 4 Αυγούστου 1948.
[21] Δημοκράτης, ‘Άρχισαν από την Κυριακή Διαπραγματεύσεις στον Αμίαντο’, 17 Αυγούστου 1948.
[22] ΠΕΟ, Ιστορία ΠΣΕ-ΠΕΟ 1941-1991 (1991), σσ. 144-149.
[23] Δημοκράτης, ‘Ο Αγώνας των Οικοδόμων η πιο Σοβαρή Μάχη του ‘48’, 19 Αυγούστου 1948.
[24] Δημοκράτης, ‘Ο Αγώνας των Οικοδόμων- Ποίοι είναι οι Παράγοντες της Νίκης’, 25 Αυγούστου 1948.
[25] Κατσιαούνης, Η Διασκεπτική (2000), σ. 490.
[26] Κατσιαούνης, Η Διασκεπτική (2000), σ. 488.
[27] ΠΕΟ, Ιστορία ΠΣΕ-ΠΕΟ (1991), σ. 150.
[28] Οπ. Παρ.
[29] Οπ. Παρ., σ. 152.
[30] CO 537/4041, Political Situation Report in Cyprus During the Month of September 1948, σ. 1. Οι σχέσεις της παρακρατικής οργάνωσης «Χ» που στεγαζόταν στη Λευκωσία στο Σωματείο του Ολυμπιακού με την αποικιακή αστυνομία είναι καλά καταγραμμένες στο Cyprus White Paper το οποίο εκδόθηκε τον Δεκέμβρη του 1948 και το οποίο υπέγραψαν ο Γ. Γ. του Εθνικού Απελευθερωτικού Συνασπισμού, ο Γ. Γ. του ΑΚΕΛ, ο Γ. Γ. της ΠΕΟ, ο Γ. Γ. της ΑΟΝ, ο Γ. Γ. της Ένωσης Αγροτών Κύπρου, ο Γ. Γ. της Παγκύπριας Ένωσης Μικροκαταστηματαρχών, όπως και οι Δημάρχοι Λάρνακας, Αμμοχώστου, Μόρφου, Λαπήθου, Καραβά και Λευκονοίκου και ο Αντιδήμαρχος Λεμεσού.
[31] Κατσιαούνης, Η Διασκεπτική (2000), σ. 495.
[32] Κατσιαούνης, Η Διασκεπτική (2000), σ. 496.
[33] CO 67/360/5, The Internal Security Situation in Cyprus, 25 November 1948, σ. 6.
[34] Δημοκράτης, ‘Λύεται η Απεργία των Οικοδόμων Λευκωσίας. Υπογράφτηκε Χθες η Συμφωνία Μεταξύ των Ενδιαφερομένων’, 19 Δεκεμβρίου 1948.
[35] Δημοκράτης, Στην Αυτοκυβέρνηση κι από την Αυτοκυβέρνηση στην Ένωση Τίποτα δε θα Σταματήσει το Λαό μας για να Κερδίσει: Εξουσία, Ψωμί, Λευτεριά- Ολόκληρη η Ιστορική Ομιλία του Γ. Γ. του ΑΚΕΛ φ. Φιφή Ιωάννου’, 3 Αυγούστου 1948.
*Αρχική Δημοσίευση, 8 Αγούστου 2017
The post Ο ιστορικός εργατικός Αύγουστος του 1948 appeared first on Αγκάρρα.
την Κυριακή 29/04/2018 και ενώ απλοί πολίτες βρίσκονταν στο σύλλογο ΑΕΛ Λακατάμιας / Λαϊκές Οργανώσεις Π.Λακατάμιας (Λευκωσία) για φαγητό, βρέθηκαν εξ απροόπτου κάποια στιγμή περικυκλωμένοι από περίπου 100 αστυνομικούς/ΜΑΟ σε πλήρη εξάρτηση μάχης: ασπίδες, κράνη, ρόπαλα γκλοπς (κάποια στα χέρια και όχι στην ζώνη), άρβυλα και περικνημήδες. Ο λόγος; Έκαναν έρευνα (χωρίς ένταλμα) για ναρκωτικά, ρόπαλα, κροτίδες στο σύνδεσμο φιλάθλων Θύρα 9 (Ομόνοια) που είναι στον ίδιο χώρο. Οι ίδιοι οι αστυνομικοί έλεγαν πως είχαν πληροφορίες για πέτρες σε περαστικούς από κάποιους γείτονες
Όχι μόνο δεν επιβεβαιώθηκαν οι πληροφορίες τους αλλά δεν βρήκαν τίποτε. ΜΗΔΕΝ. Έτσι μετά άρχισαν να προκαλούν. Αποτέλεσμα ήταν 2 συλλήψεις.
Πρόκειται για πρακτική από άλλες εποχές:
* Μπούκαραν με 100 “robocops” χωρίς ένταλμα σε χώρο που κάθονταν και έτρωγαν οικογένειες (και με παιδιά εκείνη την ώρα) ή έπαιζαν επιτραπέζια παιχνίδια.
* Έκαναν παρέλαση στους χώρους του συλλόγου με τα ρόπαλα ανά χείρας.
* Δεν βρήκαν τίποτε και άρχισαν να προκαλούν με προσωπικές ανακρίσεις στην γωνιά.
* Και πάλι δεν βρήκαν τίποτε και έτσι άρχισαν να δημιουργούν φασαρία.
* Εν τέλη συνέλαβαν δύο άτομα προς συμμόρφωση και εκφοβισμό των υπολοίπων ότι δήθεν έφεραν αντίσταση στη Αρχή.
Για την ιστορία, σχετική ανακοίνωση είχε αναρτήσει και το ΑΚΕΛ.
Η εκδίκαση της υπόθεσης έγινε αρχικά στο Δικαστήριο Λευκωσίας (πολύ κοντά στο οδόφραγμα Λήδρα Πάλας, κήπος, Βουλή) κτήριο 4, στις 08/05/2018, με τους κατηγορούμενους να μην παραδέχονται τα όσα τους καταλογίστηκαν και τα στοιχεία να μην εμφανίζουν οτιδήποτε το μεμπτό. ο Γενικός Εισαγγελέας διακόπτει την διαδικασία μέχρι να διερευνηθούν τα παράπονα τους στην Αρχή Διερεύνησης Παραπόνων της Αστυνομίας σχετικά με υπέρμετρη βία και τις ζημιές που προκάλεσαν στο οίκημα των Λαϊκών Οργανώσεων Λακατάμιας (κλώτσησαν και έσπασαν μια πόρτα-τζαμαρία). έτσι θεωρήθηκε πως η ταλαιπωρία είχε τελειώσει παρόλο που εμπεριείχε εκδικητικό χαρακτήρα εκ μέρους της αστυνομίας.
Τον Απρίλη 2019 η Αρχή Διερεύνησης Παραπόνων της Αστυνομίας κατέληξε στο συμπέρασμα ότι το παράπονο τους δεν έχει βάση και απορρίπτεται.
Στο τέλος του Ιούνη, οι συλληφθέντες έλαβαν επιστολή ότι ξεκίνησε νέα διαδικασία, νέα δίκη με νέο αριθμό πρωτοκόλλου αλλά με τις ίδιες κατηγορίες. Ότι δηλαδή παρεμπόδισαν αστυνομικό να κάνει την δουλειά του.
Η πρώτη ακρόαση έγινε στις 23/07/2019 στα Δικαστήρια Λευκωσίας
και με συνοπτικές διαδικασίες η δίκη αναβλήθηκε για τον Οκτώβρη.
Το ερώτημα είναι:
Γιατί αυτό συμβαίνει στις Λαϊκές Οργανώσεις και γιατί αυτό δεν είναι πρωτοσέλιδο σε έντυπα του λαϊκού κινήματος;
Μάλιστα οι αστυνομικοί να μπαίνουν χωρίς κανένα δικαστικό ή άλλο
ένταλμα. Και χωρίς οι ίδιοι να παρατηρήσουν να γίνεται κάτι παράνομο
ή “αντι-κοινωνικό” μέσα ή έξω από τον σύλλογο. Αλλά και να μην βρίσκουν
τίποτε μετά από εξονυχιστικές έρευνες που έκαναν και στον χώρο και σε άτομα, δηλαδή ναρκωτικά, εκρηκτικά/κροτίδες, όπλα, μαχαίρια, κτλ.
Τι ακριβώς εξυπηρετεί το εκ νέου άνοιγμα της υπόθεσης από την στιγμή που δεν υπήρχαν στοιχεία εξ αρχής;
Μήπως ήταν μια πρόβα για “έρευνες χωρίς εντάλματα”;
Μήπως σε αυτό τον τόπο γεμίσαμε αστυνομικούς και δη της Αμεσης Δράσης;
Ο φασισμός (ξανά)επιστρέφει στην Κύπρο;
The post Για την υπόθεση στις Λαϊκές Οργανώσεις Π.Λακατάμιας : υπόμνημα στην αστική δικαιοσύνη που θα έπρεπε να είναι πρωτοσέλιδο appeared first on Αγκάρρα.
Socialism is now apparently brought to you by the US State Department.
From July 4 to 7, thousands of left-wing activists from across the United States are gathering in Chicago for the 2019 Socialism Conference.
At this event, some of the most powerful institutions on the American socialist — but avowedly anti-communist — left have brought together a motley crew of regime-change activists to demonize Official Enemies of Washington.
One anti-China panel at the conference features speakers from two different organizations that are both bankrolled by the US government’s soft-power arm the National Endowment for Democracy (NED), a group founded out of Ronald Reagan’s CIA in the 1980s to grease the wheels of right-wing regime-change efforts and promote “free markets” across the planet.
Another longtime ally who has spoken at every single annual Socialism Conference since 2009, Anand Gopal, works at a liberal foundation that is directly funded by the US State Department. He is headlining a panel this year to provide “A Socialist View of the Arab Spring.”
Yet another 2019 conference panel rails against the socialist governments of Nicaragua and Cuba — two-thirds of John Bolton’s “troika of tyranny” — with outspoken proponents of regime change. One of the speakers, Dan La Botz, hosted an event in 2018 that featured right-wing Nicaraguan activists wearing masks and disguised as students, who were junketed to meet with Republican lawmakers in Washington by the US government-funded right-wing organization Freedom House.
The Socialism Conference’s regime-change lobbying “Nicaragua expert” La Botz has admitted in leaked emails obtained by The Grayzone that “there is virtually no left among the opposition” to Nicaragua’s democratically elected socialist government.
La Botz, a leader within Democratic Socialists of America, likewise acknowledged in these emails that there is “little likelihood of an outcome to the rebellion that goes beyond a more democratic capitalist regime.” But he has still vociferously lobbied for Nicaragua’s Sandinista government to be overthrown by US government-backed insurgents — and is using his platform at the biggest socialist conference in the United States to do it.
The 2019 Socialism Conference is advertised under the catchy slogan: “No borders, no bosses, no binaries.”
Each ticket comes in at a neat $105 per person (or a $250 “solidarity rate,” for the hardcore supporters) — and this doesn’t include the rate for the rooms at the hotel where it’s held.
For years, the Socialism Conference functioned as a platform for the International Socialist Organization (ISO), a small group steeped in the tradition of sectarian American Trotskyite politics, which pushed a hardline anti-communism and attacked virtually all socialist governments in history as “not truly socialist.”
Founded in 1977 after a long line of sectarian splits, the ISO never became a significant political force. It was mostly relegated to recruiting young impressionable students on liberal arts college campuses.
As an avowedly anti-communist organization, the ISO eschewed symbols long associated with the communist left, like hammers and sickles and red flags. Instead, it chose a clenched fist — one eerily similar to the symbol used by the US government-funded Serbian activist group Otpor and similar offshoots in Eastern Europe, which carried out Washington-backed neoliberal “color revolutions” in the years following the collapse of the Soviet Union and the restoration of capitalism.
The ISO claimed to be anti-war, but its leaders spent a disproportionate percentage of their time and resources attacking the anti-imperialist left. They could more accurately be referred to as the anti-anti-imperialist left.
This March, the ISO voted to dissolve — in a decision some former members joked was the most democratic act ever undertaken by the organization, which had been dominated by an unelected leadership of veteran Trotskyite activists.
The dissolution was prompted by evidence that the ISO’s steering committee mishandled sexual assault allegations. It also came as the ISO’s membership was shrinking and rapidly being absorbed by a newly burgeoning anti-communist organization, the Democratic Socialists of America, or DSA.
Now that the ISO has dissolved, some of its past prominent members have entered the ranks of the DSA, burrowing from within to inject their anti-anti-imperialist politics into the group.
Because Trotskyites are so sectarian and notoriously incapable of holding together organizations, they are infamous for infiltrating larger, more popular groups and trying to take them over, in a tactic known as entryism.
This is precisely the strategy being used by former members of the ISO — and by another tiny US Trotskyite organization, Solidarity, which was led by anti-Nicaragua regime-change activist and Socialism Conference speaker Dan La Botz, now a leader in DSA.
Democratic Socialists of America is the largest self-described socialist organization in the United States, with more than 60,000 card-carrying members. It is also very heterogeneous, with many internal contradictions and conflicting political views.
In 2019, for the first time, the organizers of the Socialism Conference — including many holdovers from the ISO leadership — joined together with two new sponsors: DSA, and the closely DSA-allied Jacobin magazine, another platform for anti-communist and anti-anti-imperialist politics.
At the bottom of the Socialism conference website, a note reads, “Brought to you by Haymarket, Jacobin, and the Democratic Socialists of America.” Haymarket is the book publishing arm of the now-defunct ISO, and its editorial board features some of the group’s former leaders.
Top speakers at the conference include Democracy Now host Amy Goodman, Jacobin magazine founder and editor Bhaskar Sunkara, and journalist Naomi Klein, the inaugural Gloria Steinem Endowed Chair in Media, Culture and Feminist Studies at Rutgers University. Klein was chosen to head the final plenary, titled “Care and Repair: The Revolutionary, Democratic Power of a Global Green New Deal.”
The 2019 Socialism Conference, like its annual predecessors, combines calls for radical economic democratic transformation and progressive social progress with the demonization of independent foreign governments that are targeted by the US government for regime change, such as Nicaragua, Cuba, Syria, Iran, China, and Russia.
The schedule of panels on foreign policy and international issues features a veritable who’s who of leftist regime-change activists. There is even a talk devoted specifically to demonizing the anti-imperialist left.
Curiously, the 2019 Socialism Conference has no panels devoted specifically to Venezuela, which since this January has endured a US-led right-wing coup attempt, and which is suffering under suffocating sanctions that amount to a de facto economic blockade. In the past, the ISO has harshly criticized Venezuela’s democratically elected socialist government, condemning Presidents Hugo Chávez and Nicolás Maduro for not being radical enough and for not supposedly implementing the vague concept of “socialism from below.”
In this way, the 2019 Socialism Conference also stands out as a sign of the effective political merging of what had previously been two distinct political trends: the Cliffite Trotskyites of the International Socialist Organization and the anti-communist social democrats of the Democratic Socialists of America.
One of the most eyebrow-raising panels at the 2019 Socialism Conference is entitled “China and the US: Inter-Imperial Rivalry or Class Struggle and Solidarity?” The panel portrays the US and China as equally malicious imperialist powers, downplaying and whitewashing the uniquely destructive nature of Washington’s foreign wars and corporate domination.
The panel features three speakers, two of whom work for anti-China groups that are funded by the US government’s regime-change arm, the National Endowment for Democracy. The third speaker is Ashley Smith, a former leader of the ISO who has spent the past eight years romanticizing foreign-backed, far-right sectarian Islamist “moderate rebels” in Syria.
The first speaker listed on the panel is Elaine Lu, the program officer at China Labor Watch. This group is described by the Socialism conference website simply as “a New York-based NGO advocating for workers’ rights in China.”
What Socialism Conference sponsors DSA, Jacobin, and Haymarket did not disclose is that its speaker’s employer is funded by the National Endowment for Democracy.
The NED states without qualification that its goals include supporting “free markets” abroad. At the top of the about page on its website is a video of right-wing cold warrior Ronald Reagan inaugurating the US government-funded body.
The National Endowment for Democracy’s 990 tax forms show how Washington’s regime-change arm has bankrolled China Labor Watch for years. Substantial NED funding goes back to at least 2009.
According to the NED’s 2015 form 990, China Labor Watch received a $150,000 grant that year. On the NED’s 2013 tax form, it lists another $110,000 grant for China Labor Watch.
In 2014, China Labor Watch got $150,000 from the NED. According to the group’s annual report that year, its total revenues for all of 2014 was $238,003, meaning 63 percent, or nearly two-thirds of its funding came from the US government.
China Labor Watch’s other major donor is the Tides Foundation, a liberal organization that also happened to be one of the main financial sponsor’s of the ISO’s parent non-profit. In 2014, Tides gave $40,645 to China Labor Watch, another 17 percent of its budget that year.
Joining Elaine Lu as the other main speaker on the Socialism Conference’s anti-China panel is Kevin Lin, who coordinates the China program at the Washington, DC-based NGO the International Labor Rights Forum.
The Socialism Conference once again failed to mention that this group is also bankrolled by the National Endowment for Democracy.
According to the NED’s 2016 form 990, the US government’s regime-change arm gave the International Labor Rights Forum $150,000 that year alone.
The International Labor Rights Forum likewise received $96,590from the NED in 2015, and $62,500 in 2014.
The Socialism Conference also identified Kevin Lin as a co-editor of the Made in China journal, which focuses on labour rights. A disclaimer at the bottom of the publication’s swanky website notes that it is funded by the European Union’s Horizon 2020, a neoliberal business program which the European Commission describes as “the financial instrument implementing the Innovation Union, a Europe 2020 flagship initiative aimed at securing Europe’s global competitiveness.”
These are the financiers behind the speakers that the Socialism Conference and its sponsors the DSA, Jacobin, and Haymarket brought together to explain why China is a malevolent imperialist power.
Some of these groups may seem progressive, but they operate in effect as vehicles for US government soft power, exploiting the cause of human rights or labor rights to undermine and destabilize foreign governments that Washington has targeted for regime change.
China Labor Watch and the International Labor Rights Forum are far from the only ostensibly progressive anti-China groups funded by the US government.
Other China-related NED grantees include “human rights” organizations like the Network of Chinese Human Rights Defenders, Human Rights in China, China Aid, China Change, and China Rights in Action (another Tides grantee), along with the New York-based Chinese Feminist Collective and news websites like China Digital Times.
China Labour Bulletin, which maintains a map of strikes going on across the gigantic country, is likewise frequently cited by left-wing websites in the US. While its slogan is “Supporting the Workers’ Movement in China,” China Labour Bulletin (CLB) is actually based in Hong Kong, and it is funded by the US government.
CLB notes on its website that it “receives grants from a wide range of government or quasi-government bodies, trade unions and private foundations, all of which are based outside of China.” For decades, CLB’s founder and executive director Han Dongfang broadcasted anti-China programming on Radio Free Asia, a US government-funded propaganda outlet that was founded by the CIA to push anti-communist disinformation. Han’s work is funded by the National Endowment for Democracy, and he was a leader of the 1989 Tiananmen Square protests.
The ISO’s newspaper Socialist Worker has praised Han Dongfangas a leftist hero, without ever disclosing his extensive links to the US government’s regime-change machinery. Socialist Worker has repeatedly drawn on the work of China Labour Bulletin, over more than a decade. The ISO’s journal the International Socialist Reviewhas also relied on the US government-funded organization’s research, and Jacobin magazine has noted CLB’s “roots go back to the Tiananmen Square protests.”
Human Rights Watch, another key part of the regime-change lobby, has lionized Han, happily noting that his show on the US government’s Radio Free Asia “is one of the network’s most popular programs.”
China is just one of the countries where the US government’s soft-power arm funds such putative progressive groups. The NED likewise funds many liberal anti-Cuba organizations, such as the Foundation for Human Rights in Cuba, Center for a Free Cuba, the Cuban Institute for the Freedom of Expression and Press, and the news website CubaNet. Or there are NED-funded groups pushing regime change against Syria and Iran, like the Damascus Center for Human Rights Studies and Human Rights Activists in Iran.
While the United States has one of the lowest rates of unionizationin the industrialized world, a bloody history of worker repression and anti-labor laws, and historically weak unions among those that still do exist, its regime-change arm the NED has funded workers’ rights groups to promote a progressive image of America abroad.
For decades, for instance, the NED has bankrolled the international Solidarity Center of the major union federation the AFL-CIO. The center receives tens of millions of dollars from the US government’s regime-change arm annually, and returns the favor by avoiding topics that would anger the US State Department and bite the hand that feeds it.
Throughout the Cold War, the AFL-CIO remained a reliably anti-communist union that received funding from US government agencies, including the CIA, in order to combat and ultimately try to eliminate communist influence in the American labor movement. It was a textbook example of a controlled opposition.
This is not to say that NED-funded groups cannot at times have a positive impact on the lives of average people in repressive environments. But their work is always part of a larger agenda, with ulterior imperial motives guiding them along the way. A controlled opposition can make some changes, but it always remains controlled.
Yet another speaker at the 2019 Socialism Conference works for a liberal foundation directly funded by the US government.
Journalist Anand Gopal, who has been a close ally of the ISO for a decade, has a panel all to himself this year: “A Socialist View of the Arab Spring.”
The Socialism Conference website did not provide a bio for Gopal, yet alone disclose that his employer is funded by the US government. It simply described him as a “Pulitzer-Prize nominated journalist,” and said he will explain how to understand “the lessons of the protests, uprisings, rebellions, and wars that shook the Arab world beginning in 2011.”
Left unmentioned is that Gopal serves as a “fellow with the International Security Program” at the New America Foundation. This foundation’s website makes it very clear that it is directly funded by the US State Department, along with massive corporations and banks — clearly institutions that are invested in advancing the revolutionary socialist cause.
Anand Gopal has harshly attacked the anti-imperialist left for opposing the international proxy war on Syria. He strongly supported the Syrian opposition, which is dominated by Salafi-jihadists, but which Gopal has consistently whitewashed and portrayed as a supposedly progressive force.
Gopal likewise reported inside al-Qaeda-occupied territory, which The New Yorker euphemistically described as “Syria’s Last Bastion of Freedom.” And he has constantly downplayed the billions of dollars of funding and weapons from the US, Europe, Israel, Saudi Arabia, Turkey, and Qatar that kept the Syrian opposition afloat, fueling the brutal war for years.
Going back to at least 2009, Gopal has spoken at every single one of the ISO’s Socialism Conferences — in 2018, 2017, 2016, 2015, 2014, 2013, 2012, 2011, and 2010.
Gopal has also done more than a dozen extensive interviews for the ISO’s newspaper Socialist Worker and journal the International Socialist Review, blaming the rise of ISIS on Official Enemies and spreading the conspiracy theory that the US is actually “helping the regime” of Syrian President Bashar al-Assad, not truly trying to overthrow it.
Another noteworthy 2019 Socialism Conference panel, called “Problems of the US Left: The Cases of Cuba and Nicaragua,” is led by Dan La Botz and Samuel Farber, veteran Trotskyite activists and outspoken proponents of regime change in the two respective countries.
The speakers’ problem with the US left appears to be that it has demonstrated too much solidarity with socialist governments in Havana and Managua, which, in their view from inside the United States, “rely more on bureaucracy than democracy.”
Farber is a Cuban exile who left the country for unspecified reasons in 1958 – a year before its revolution – and spent the rest of his life as a professional critic of its socialist government. Today, he contributes regular attacks on the Cuban Revolution to journals from Jacobin to New Politics to In These Times, where he published a trenchant denunciation of Fidel Castro upon his death in 2016.
Farber accuses Castro of developing a model of “state capitalism,” wielding a term Trotskyite ideologues routinely fling at any revolutionary government that is insufficiently pure. He calls for “a revolutionary democratic alternative… through socialist resistance from below.”
The concept of regime change “from below” is also central to the rhetoric of exile groups like the People’s MEK, a US- and Saudi-backed cult of personality that calls for toppling Iran’s government through “indigenous regime change.”
Dan La Botz, for his part, has risen to prominence as a full-time opponent of another member of the Trump administration’s “troika of tyranny”: the socialist government of Nicaragua, and the Sandinista movement that it represents.
La Botz has published an anti-Sandinista manifesto with ISO publisher Haymarket Books, which is advertised as a survey of “the failures of the Nicaraguan Revolution, by one of the most important Marxist-historians of Latin America.”
In June 2018, as a US-backed, violent regime-change attempt surged across Nicaragua, threatening the rule of democratically elected President Daniel Ortega, La Botz attempted to mobilize left-wing US support for the anti-Sandinista opposition. That month, he joined an anti-Sandinista event — co-sponsored by DSA’s New York branch, Haymarket, the academic journal NACLA, and the Marxist Education Project — at Saint Peter’s Church in New York City, to drum up local support for the coup.
The event featured speeches by several Nicaraguan anti-Sandinista activists who were involved in the regime-change attempt, including self-described students who wore masks on stage, concealing their identities from the audience.
The Grayzone has obtained internal DSA email reports authored by La Botz which revealed that, days after the event at Saint Peter’s Church, those same students met with right-wing Republican legislators on Capitol Hill, including neoconservative Senators Marco Rubio, Ted Cruz, and Ileana Ros-Lehtinen.
The students beamed with pride, appearing without masks in photo ops with the avowedly anti-socialist members of Congress. Their trip was financed by Freedom House, a right-wing soft-power organization that is funded almost entirely by the US government.
Humbled to meet with Nicaraguan student leaders who are risking their lives fighting for freedom. Their bravery and perseverance will overcome the Ortega dictatorship’s tyranny. #SOSNicaragua pic.twitter.com/BGkc6kEVTc
— Senator Ted Cruz (@SenTedCruz) June 6, 2018
The students’ US-backed delegation included Victor Cuadras, a fanatical right-wing activist who openly supported Donald Trump’s agenda for Latin America and blamed the governments of Cuba, Venezuela and Nicaragua for the caravan of desperate asylum seekers on the US-Mexico border.
Victor Cuadras (@AndinoCuadras), the Nicaraguan student coup leader who was flown to DC by US govt @freedomhouse to drum up regime change, echoes and endorses Donald Trump’s anti-migrant fanaticism against the #Caravan pic.twitter.com/CzwDCOMiMu
— Max Blumenthal (@MaxBlumenthal) November 6, 2018
On June 15, 2018, Dan La Botz sent an email report to DSA leadership, reflecting on the event. He acknowledged that “the Nicaraguans both on the panel and in the public had virtually no political analysis and no vision or program for the future of their country.”
Then in a follow-up email report sent to DSA leadership on July 24, La Botz defended the students’ collaboration with neoconservative politicians like Rubio and Cruz.
“The students, ages 21 to 24 or so, who spoke on our panel then went off to speak with Republican legislators, guided by a rightwing foundation,” he wrote. “While, of course, we do not think that this is a good strategy, this is perfectly understandable given that the Republicans are in power and have the ability to do something about Nicaragua.”
While marketing the anti-Sandinista activists as grassroots youth deserving of left-wing solidarity, La Botz admitted in his internal DSA report, “Nicaraguan opponents of the regime in the United States hold a wide variety of political views, though there is virtually no left among the opposition here that I am aware of.”
And while publicly framing the regime-change operation in Nicaragua as a progressive uprising, La Botz privately conceded, “There is, however, little likelihood of an outcome to the rebellion that goes beyond a more democratic capitalist regime.”
As The Grayzone reported in 2018, the US government’s regime-change arm the National Endowment for Democracy boasted of spending millions on anti-Sandinista civil society and media outfits “to lay the groundwork for insurrection” in the years and months ahead of the coup.
While the coup attempt in Nicaragua was portrayed as a peaceful people’s uprising by figures like La Botz, it was in fact a violent putsch that saw armed elements erect roadblocks across the country, holding up ambulances, torturing, brutalizing, kidnapping, and murdering supporters of the Sandinistas.
Anti-Sandinista insurgents dragged an unarmed, on-leave police officer to death from a truck and then burnt his corpse at a roadblock. They raped a 10-year-old girl at a roadblock and burnt the homes of local Sandinista legislators. They occupied and ransacked a public university campus, wrecked a women’s health center, and torched a daycare center.
The armed opposition wreaked this havoc while attacking police stations with mortars and gunfire, during a national dialogue in which the police were ordered to remain in their barracks. In the end, Nicaragua’s opposition caused the deaths of over 60 innocent people, while grinding the country’s previously productive economy to a halt.
Once the coup was extinguished, the US Congress passed the Nica Act without debate, imposing harsh sanctions on Nicaragua’s economy that emulated those already leveled against Venezuela and Iran.
On January 9, Dan La Botz appeared at a meeting of the New York City DSA Anti-War Working Group to amp up the attack on Nicaragua’s socialist government. There, he was challenged by Gunar Olsen, a contributor to The Grayzone, about the event he organized last year with masked right-wing Nicaraguan students sponsored by Freedom House.
La Botz claimed that the event had originally been planned as a discussion of his book, but that “somebody said, these students were coming through. And I said, that sounds great.”
He continued: “My view is, they came from their country because someone gave em some money, and they can come to the United States and they wanted to talk to somebody who might be able to help their country… It may have been though that there were some conservative political forces working with them and the Republicans, it may have been that there was some of those four students that was more hip than the others but it wasn’t my impression.”
La Botz concluded by telling Olsen and the DSA crowd, “I don’t feel at all bad, I don’t think it was a terrible thing. I think they were four young people coming to this country that wanted to speak there. We didn’t know they were going there, we didn’t know where they were heading, I didn’t know they were gonna speak there. Would I do it again? If I knew what was going to happen I’d probably say, let’s see if we can find some other students.”
However, in his private email assessment of the event to DSA leadership, La Botz had defended the students’ subsequent meetings with right-wing Republicans as “perfectly understandable.”
In his internal DSA report, La Botz went on to characterize those in the US left that opposed the coup in Nicaragua as “foreign leftists” who are “backers of Putin, Assad, Iran, Hamas, and now Ortega.”
La Botz did not respond to several attempts to reach him by phone.
The force behind the annual Socialism Conference, the International Socialist Organization marketed itself as a radical, even revolutionary movement supporting “socialism from below.” But it was deeply embedded in the non-profit industrial complex.
The ISO operated legally through its parent non-profit organization the Center for Economic Research and Social Change. A tax-exempt 501(c)(3) organization, CERSC received huge grants from the Tides Foundation.
The Tides Foundation is well known for funding progressive groups, but only as long as they do not rock the boat too much.
A Canadian environmental activist who has participated in projects funded by Tides told The Grayzone that the foundation funded a trip to the 2011 United Nations Climate Change Conference in Durban, South Africa, but eventually pulled funding for their environmental group’s excursion to the 2012 UN conference in Doha, Qatar, because the foundation was afraid the activists would carry out peaceful forms of civil disobedience.
“They funded some people — those who wouldn’t rock the boat because they didn’t want people engaging in civil disobedience,” the Canadian environmental activist told The Grayzone.
Another activist published a “whistleblower’s open letter to Canadians” explaining that the Tides Foundation, which funded many environmentalists in the country, was “too afraid of reprisals from the government to act,” after the office of right-wing Prime Minister Stephen Harper threatened to challenge the foundation’s charitable status.
Why a milquetoast liberal foundation would fund the ISO, a supposedly revolutionary socialist organization, raises serious questions about that group’s agenda.
In fact, while the Tides Foundation was serving as one of the biggest financiers of the ISO, it was also funding Democratic Party-aligned organizations and even pro-Israel groups like J Street and the New Israel Fund, which actively campaign against the Palestinian call for BDS (Boycott, Divestment, and Sanctions against Israel) and support the preservation of a settler-colonialist ethnically exclusivist state.
While the ISO was marginal during its existence, it punched above its weight through front organizations and prominent members who worked in the mainstream media and academia.
The ISO’s publishing arm, Haymarket Books, has been especially influential. Haymarket describes itself as a “radical, independent, nonprofit book publisher based in Chicago,” which had been the base for the ISO.
Haymarket has indeed published many important books on pressing issues. However, it has supplemented these works with anti-anti-imperialist screeds that echo the US State Department’s rhetoric, but framed as “from the left.”
Among Haymarket’s most aggressively marketed releases of 2018 was “The Impossible Revolution,” a collection of essays by the Syrian exiled writer Yassin al-Haj Saleh, who now lives in Turkey and functions as a lodestar to self-styled left-wing supporters of regime change in Syria.
Al-Haj Saleh’s book was blurbed by Charles Lister, a former functionary of the UK’s Conservative Party who became a top lobbyist for arming Salafi-jihadist insurgents in Syria at the Gulf monarchy-funded Middle East Institute in Washington, DC.
State Department cables exposed by WikiLeaks indicate that Yassin al-Haj Saleh was a US government informant in regular correspondence with American officials in Damascus. One such memo, dated April 24, 2006, features advice by al-Haj Saleh apparently delivered to US officials in the country to use Islamism as a weapon against the government of Bashar al-Assad.
Haymarket has also recently published “Indefensible,” a book-length denunciation of the anti-imperialist left by the writer Rohini Hensman.
The manifesto features ham-fisted attacks on journalists Julian Assange, John Pilger, and Seymour Hersh, along with unqualified support for virtually every US and NATO military intervention in the past 30 years, as well as the dirty war on Syria and the Maidan coup in Ukraine.
Anand Gopal, the longtime ISO ally who speaks at the Socialism Conference every year, while working for a liberal foundation funded by the US State Department, praised Hensman’s book as a guide to “how to be a principled internationalist in the era of imperialism.”
More recently, Hensman took to the DSA’s official website to attack The Grayzone editor Max Blumenthal, Seymour Hersh, and Robert Fisk as “neo-Stalinists” engaged in a “convergence” with neo-Nazis. No evidence was provided to support the extreme claim.
Ashley Smith, an ideologue of the now-defunct ISO, says he is currently writing another anti-anti-imperialist book for Haymarket entitled “Socialism and Anti-Imperialism.”
Trotskyite groups are notorious throughout the world for their extreme sectarian tendencies. The organizations rarely last long, frequently splintering into tiny groupuscules over political disagreements.
Unsurprisingly, then, the so-called “left” opposition in Nicaragua, Venezuela, and Cuba — which is celebrated by Trotskyite groups like the ISO — is in fact infinitesimal and insignificant.
Nils McCune, a socialist and environmental activist who has lived in Nicaragua for years, explained in an interview on our podcast Moderate Rebels that one of these parties, the Movement for the Renovation of Sandinismo (MRS) is a tiny group that is irrelevant in the country. Unable to mobilize popular support, this “left” opposition can only lobby the US government for regime change.
As Blumenthal, a co-author of this article, revealed in MintPress News, the MRS has received direct support from the US government in its campaign to prevent the election of Daniel Ortega as president, and lobbied for sanctions against Nicaragua after he was elected.
Similarly, in Venezuela the ostensible left opposition has offered “critical support” to Washington’s regime change efforts.
This February, a leader of the marginal Venezuelan Trotskyite group Marea Socialista held a friendly meeting with Juan Guaidó, the US-appointed right-wing coup leader.
On February 5, Guaidó tweeted a photo of a meeting with Marea Socialista’s Nicmer Evans.
Juan Guaidó hails from the far-right party Voluntad Popular, which was practically founded by the US government and has been deeply involved in street violence throughout Venezuela.
Hoy sostuvimos un encuentro con ex Ministros del Gobierno del ex presidente Chávez. Escuchamos sus planteamientos, y coincidimos en la necesidad de resolver los problemas de los venezolanos.
— Juan Guaidó (@jguaido) February 5, 2019
Seguimos trabajando y escuchando a todos los sectores que quieren un cambio #VamosBien pic.twitter.com/4FGM0gecZO
Jesus Rodriguez Espinoza, a Chavista who lives in Venezuela and is editor of the independent news website, the Orinoco Tribune, told The Grayzone when we reported in the country in February that Marea Socialista is “tiny” and has “no power.” He was genuinely surprised at how much coverage these minuscule groups have received in the US progressive media, because inside Venezuela they have negligible influence.
Yet the Trotskyite organization has constantly been given a platform by the ISO’s newspaper Socialist Worker (Marea Socialista even enjoys its own tag on the website). Jacobin Magazine, the self-declared “leading voice of the American left,” has also given a huge platform to Marea Socialista operatives to push for what they call a “Chavismo from below” — despite the fact that the Trotskyite group is virtually unknown to average Venezuelans, including to millions of poor and working-class Chavistas.
Also featured in the February 5 photo of the meeting with US-backed coup leader Juan Guaidó was the anti-Maduro liberal intellectual Edgardo Lander, who is popular in anti-communist left-wing circles in the US but almost unknown inside Venezuela. Like Marea Socialista, Lander has enjoyed very positive coverage in the progressive Anglo press.
Democracy Now, which has advanced regime-change propaganda on Syria on repeated occasions, offered its platform to Lander this May. Hosts Amy Goodman and Nermeen Sheikh lobbed softball questions at the intellectual, and failed to disclose that he met with Guaidó.
In his Democracy Now segment, Lander admitted that his outfit is a “small collective,” whereas the Chavista movement he criticizes is massively popular in working-class barrios across the country.
The International Socialist Organization has played a similar role in the US, with little visibility outside the left and almost no grassroots base.
Now that the ISO has disbanded, its veterans can reach into the rapidly growing ideologically diffuse world of Democratic Socialists of America, using platforms like Socialism 2019 to infect DSA’s youthful core with the imperial politics of regime change – but always “from the left,” and always “from below.”
By Ben Norton and Max Blumenthal
The post DSA/Jacobin/Haymarket-sponsored ‘Socialism’ conference features US gov-funded regime-change activists appeared first on Αγκάρρα.
Μεταξύ 4 και 7 Ιουλίου έλαβε χώρα στο Σικάγο συνέδριο υπό τον τίτλο «Σοσιαλισμός 2019», με διοργανωτές το κόμμα «Δημοκρατικοί Σοσιαλιστές της Αμερικής» (DSA), το περιοδικό Jacobin και την τροτσκιστική οργάνωση International Socialist Organization (ISO).
Σε σχετικό άρθρο που δημοσιεύθηκε στον ιστότοπο «The Gray Zone», αποκαλύπτονται πολύ ενδιαφέρουσες πτυχές του εν λόγω συνεδρίου, το οποίο φέρεται να συνδέεται άμεσα με πηγές του κυβερνητικού μηχανισμού των ΗΠΑ.
«Σε αυτό το συνέδριο, κάποια απ’ το πιο ισχυρά ινστιτούτα της αμερικανικής σοσιαλιστικής – αλλά απροκάλυπτα αντικομμουνιστικής – αριστεράς έχουν μαζέψει ενα ετερόκλητο πλήθος ακτιβιστών αλλαγής καθεστώτων, προκειμένου να δαιμονοποιήσουν τους επίσημους εχθρούς της Ουάσινγκτον», αναφέρει το «The Gray Zone».
Σε ενα πάνελ με θέμα την Κίνα συμμετείχαν ομιλητές από δυο διαφορετικούς οργανισμούς που, αμφότεροι, χρηματοδοτούνται από το περίφημο Εθνικό Ίδρυμα για τη Δημοκρατία (National Endowment for Democracy) που ιδρύθηκε από την κυβέρνηση Ρίγκαν τη δεκαετία του ’80 προκειμένου να στηρίξει «αντιφρονούντες» και «αντιπολιτευόμενες ομάδες» σε μια σειρά χώρες, με σκοπό την ανατροπή νόμιμων κυβερνήσεων που δεν είναι αρεστές στις ΗΠΑ.
Αξίζει να σημειωθεί εδώ πως το εν λόγω Ίδρυμα – που συνδέεται άμεσα με την CIA – έχει δαπανήσει εκατομμύρια δολάρια για την ενίσχυση των πραξικοπηματικών ενεργειών της δεξιάς αντιπολίτευσης στη Βενεζουέλα, ενώ αντίστοιχα κονδύλια έχουν διατεθεί για αντικομμουνιστική προπαγάνδα ενάντια στην κουβανική κυβέρνηση.
Ενα άλλο παράδειγμα, χαρακτηριστικό των συμμετεχόντων στο συνέδριο «Σοσιαλισμός 2019», είναι ο δημοσιογράφος Anand Gopal, στέλεχος ιδρύματος που χρηματοδοτείται απευθείας από το αμερικανικό ΥΠΕΞ. Ο Gopal, που λαμβάνει μέρος ανελλιπώς σε τέτοιου είδους συνέδρια, ανέλαβε να συντονίσει πάνελ με θέμα «Μια σοσιαλιστική οπτική της Αραβικής Άνοιξης».
Πέραν όμως της Κίνας και της Αραβικής Άνοιξης, οι διοργανωτές του συνεδρίου προχώρησαν και σε απροκάλυπτη προπαγάνδα ενάντια στις κυβερνήσεις της Κούβας και της Νικαράγουα. Σύμφωνα με το «The Gray Zone», διοργανώθηκαν πάνελ με την συμμετοχή ακροδεξιών ακτιβιστών από τη Νικαράγουα οι οποίοι παρουσιάστηκαν δήθεν ως… αντιφρονούντες φοιτητές.
Εξαιρετικά ενδιαφέρον στοιχείο του δημοσιεύματος αποτελεί η συμμετοχή στελεχών τροτσκιστικών οργανώσεων που με το μανδύα του «σοσιαλισμού» επιχειρούν να προωθήσουν τα ιμπεριαλιστικά συμφέροντα σε χώρες της Λατινικής Αμερικής. Σημειώνει, μεταξύ άλλων, το «The Gray Zone»:
«Ενα ακόμη αξιοσημείωτο πάνελ του Συνεδρίου Σοσιαλισμός 2019, με τίτλο «Προβλήματα της Αριστεράς των ΗΠΑ: Οι περιπτώσεις της Κούβας και της Νικαράγουα», έλαβε χώρα υπό τον συντονισμό των Νταν Λα Μποτζ και Σάμουελ Φάρμπερ, βετεράνους τροτσκιστές και ένθερμους υποστηρικτές της αλλαγής καθεστώτων στις δυο χώρες».
Ο Φάρμπερ, κουβανός αυτοεξόριστος που εγκατέλειψε την Κούβα το 1958, ενα χρόνο πριν το θρίαμβο της Επανάστασης, είναι γνωστός πολέμιος της σοσιαλιστικής κυβέρνησης της Κούβας. Σήμερα γράφει άρθρα ενάντια στην Κουβανική Επανάσταση για τα περιοδικά Jacobin και New Politics.
Σε παρόμοιο πλαίσιο κινείται και ο Λα Μποτζ, ηγετικό στέλεχος των «Δημοκρατικών Σοσιαλιστών της Αμερικής», που δε χάνει ευκαιρία να δημοσιεύει κείμενα σε τροτσκιστικά έντυπα ενάντια στην επανάσταση των Sandinistas.
Αναφορικά με το ρόλο τροτσκιστικών ομάδων στη Λατινική Αμερική, το δημοσίευμα αναφέρεται, μεταξύ άλλων, στην «Marea Socialista», τροτσκιστική οργάνωση της Βενεζουέλας, γνωστή για την εχθρική της στάση απέναντι στην κυβέρνηση Μαδούρο. Όπως σημειώνεται, τον περασμένο Φεβρουάριο, εν μέσω των αμερικανικών προσπαθειών για πραξικοπηματική ανατροπή της νόμιμης κυβέρνησης, ηγετικό στέλεχος της Marea Socialista είχε συνάντηση με τον Χουάν Γκουαϊδό, προσφέροντας «κριτική στήριξη» στη μαριονέτα των ΗΠΑ
Πηγή: Ατέχνως
The post «Σοσιαλισμός»… made in USA: Συνέδριο στις ΗΠΑ με ομιλίες από πουλέν του ιμπεριαλισμού με εμπειρία σε regime change appeared first on Αγκάρρα.